3 Ekim 2017 Salı

Rothko


Mark Rothko 1903 yılında Markus Yakovlevich Rotkovich adıyla Rusya’da(Letonya)  dünyaya gelir. 10 yaşındayken Rusya’dan Amerika’ya göç ederler. Mark müziğe ve Yunan tragedyalarına ilgi duyan bir gençtir. Liseyi bitirince Yale Üniversitesi’nden burs kazanıp psikoloji dalında eğitim almak için yola çıkar. İkinci senesinde okulu bırakır ve New York’a taşınır. Mezun olmadığı Yale Üniversitesi tam 46 sene sonra  ona fahri doktora unvanı verir. Tiyatro sevgisi sanatı algılama biçimini etkilemiştir. Ona göre resimleri “drama” ve resmin içindeki formlar da “oyuncu” idi.
New York’ta bir arkadaşını sanat okulundaki stüdyo dersinde ziyaret eder. Stüdyo dersinde nü modelin resmini yapan öğrencileri görünce kendini ortama ait hisseden Marcus, kendisi için doğru hayatın resimden geçtiğine karar verir ve Art  Students League’e yazılır. Ressam George Bridgman’dan yapısal anatomi, Amerika’nın ilk kübist ressamlarından Max Weber’den resim dersi alır. Resmin sadece renk ve formdan ibaret olmayan daha derin ve ruhani birşey olduğu düşüncesini taşıyan Max Weber, Marcus’un ufkunu genişletir. Okuluna devam ederken bir avukatın yanında çalışan Marcus,kendisini Mozart, Schubert, Beethoven, Shakespeare, Nietzsche ve Kierkegaart ile beslemektedir.
Eserlerinde güçlü bir etki yaratmak isteyen Rothko,”Tüm resimlerim için tek arzum var, o da kuvvetlerinin hemen ve açıkça hissedilmeleridir” der. Her zaman kendisi için yapılan yorumlarda bahsedilen sakinlik ve huzur onun aklından bile geçmez. “Resimlerimin sessiz ve dingin olduğunu düşününlere,” der,”onların zemininin her bir karesine en mutlak şiddeti hapsetim.”
                                                 
Rothko deyince aklımıza her ne kadar geniş renk yüzeyleri, dev  dikdörtgenler ve kocaman tuvaller gelse de, sanatçının ilk çalışmaları kent manzaraları, nü ve peyzajlardan oluşur. Resim kariyeri boyunca dört ayrı dönemden geçmiştir. 1943-46 coşkulu formlar ve geçirgen sınırları denediği yıllar, 1947-49 renklerle kurulan bir yüzeyde bir iki nesnenin öne çıktığı kompozisyonlar, 1950 lirik boya kullanımının öne çıktığı dönem ve 1960’larda monokrom boya kullanışı ile elde ettiği ifadeler.  Büyük tuvaller kullanır, burada amacı etkileyici ve gösterişli olmak değil, seyircisini sarmalayan bir etki bırakmaktır. Küçük ebatlı resimlerin seyircisini deneyimin dışında bıraktığını düşünür.
Erken dönemlerinde canlı renklere öncelik veren ve çok az siyah kullanan Rothko, ilerleyen yıllarda daha çok siyah kullanmaya başlar. Eserlerine nadiren tarih eklemiştir. Eserlerinde stil ve tema kronolojisi yapmak  zordur. 1940 senesinde resim yapmaz ve Sanatçının Gerçekliği: Sanat Felsefesi başlıklı kitabı yazmaya başlar. Kitapta modern sanat dünyası, sanat tarihi, güzellik kavramı, toplumda sanatçı olmanın zorlukları gibi konuları ele alır. Kitabı yazarken güçlü bir resim yapma arzusuyla kitabı tamamlayamadan resme döner. Yıllar sonra ortaya çıkan kitap oğlu Christopher Rothko editörlüğünde 2005 yılında basılır.
1952 senesinde Museum of Modern Art tarafından hazırlanan Fifteen Americans sergisinde  Jackson Pallock ile yer alır. Sergide sanatçılar ayrı ayrı sergilenir ve eserlerinin yanına kendi bildirilerini asarlar. Rothko’nun bildirisinde; “bir ressamın zaman içinde bir noktadan başka bir noktaya giderken ilerlemesi netliğe doğru olacaktır: ressam ve fikir, fikir ve seyirci arasındaki tüm engellerin kaldırılması...bu netliği elde etmek kaçınılmaz olarak anlaşılmayı gerektirecektir” yazar.
Sanat camiasında artık tanınan bir sanatçı olan Rothko’ya New York Seagram Binası’nda açılması planlanan  şık bir lokanta olan Four Seasons için resimler ısmarlanır. Zenginliğe ve gösterişe her zaman mesafeli durmuş olan Rothko’nun projeyi kabul etmesi enteresandır. Bir gazeteci arkadaşına projeyi kabul etme sebebini şöyle açıklar: “Resimlerimle bu odada yemek yiyen değersiz insanları, tüm kapı ve pencereleri tuğlayla örülmüş bir odada mahsur kalmış gibi hissettirmeyi ve iştahlarını kaçırmayı ümit ediyorum.” Lokanta açılır, eserler henüz hazır değildir. Rothko eşini alıp oraya yemeğe gider. Atmosferin aşırı süslü, snob olması ve yemeklerin fahiş fiyatları onu çok rahatsız eder. Bu kitleye hitap edemeyeceğini söyler ve kendisine yapılan $35.000 ödemeyi iade eder. 60’ların sonunda bu resimlerinden 9 tanesini Tate Modern’a hediye eder. Tek talebi resimleri için sabit ve özel bir oda olur.  
                                                   
Rothko’nun Four Seasons resimleri üzerinde çalıştığı dönemi ve bu süreçte kendisine yardım eden hırslı asistanıyla arasında geçenleri konu alan tiyatro oyunu “Red”, 2009’da sahnelenmiştir. John Logan tarafından yazılıp Michael Grandage tarafından yönetilen oyunda Rothko’yu Alfred Molina, asistanı Ken’i de Eddie Redmayne canlandırır. Müthiş kadrosuyla Amerika ve İngiltere’de sahnelenen tiyatro oyunu, 2010 Tony Ödüllerinde aralarında En İyi Oyun ve En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerinin de olduğu toplam altı ödül kazanır. “Kırmızı” adıyla türkçeye Eser Eserol tarafından çevrilen oyun, 2011-2012 sezonunda Devlet Tiyatrolarında sahnelenmişti. Sanat Kurumu Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu ( Nihat İleri) ve En İyi Çeviri (Eray Eserol) alanında ödül kazanmıştı.
Resimlerin algısı konusunda titiz davranan ve mimari öğeler yoluyla doğru algıyı oluşturmak için eserlerine hangi mesafeden bakılması gerektiği konusunda titiz davranan sanatçı, genellkle eserlerine ideal bakma mesafesini 45 cm olarak belirlemiştir.
Dominique Menil, Houstan’da inşa ettireceği yeni bir şapel için Rothko’ya eser ısmarlar. Tüm dinlere açık olan  ve hiçbir dine ait olmayan   şapel projesi sanatçıyı çok heyecanlandırır. Kendi buluşu olan sekizgen biçiminde inşa edimiş olan şapelin orta bölümü gün ışığı ile aydınlanmak üzere tasarlanır. 14 resim yapar ve sanatçı yapıtlarını buraya aynı biçimine sadık kalarak yerleştirir.  Çalışmalara devam ederken aort  anevrizması teşhisi konur. Oysa hayatının en verimli dönemlerini geçirmektedir.  Son eserleri, başka bir boyuttan gelmiş, başka bir  gerçekliği görmüş ve onu resmetmiş gibidir. Erken dönemde kullandığı ışıldayan renkler yerini artık sessiz tonlara bırakmıştır. Derin bir depresyona giren Rothko 25 Şubat 1970 günü, 67 yaşında hayatına son verir. Aynı gün Tate Modern’e hediye ettiği 9 resim müzeye ulaşmıştır. 27 Şubat 1971’de Houston’da görkemli bir törenle açılışı gerçekleştirilen Rothko Şapel, Mark Rothko’nun kariyerinde zirve noktasıdır. Bir enstitü olarak Rothko Şapeli bugün hem müze hem toplantı hemde gösteri amaçlı programlar için kullanılmakta. Şapel ayrıca pek çok  faklı dinin bayramlarında ibadet yeri olarak kullanılıyor.
 “Rengin formla ilişkisi veya başka bir şeyle ilgilenmiyorum. Trajedi, heyecan, kötü kader gibi temel insan duygularıyla ilgileniyorum. Sadece renk ilişkilerinden etkileniyorsanız, asıl konuyu kaçırıyorsunuz demektir! “ diyen sanatçı ve moda olmaktan, yanlış anlaşılmaktan çekinir.

Rothko, evrensel bir sanatçı ve günümüz sanat piyasasının önemli isimlerinden biri olmuştur. 

3 Eylül 2017 Pazar

Georgia O'Keeffe



                                         


1887 senesinde Wisconsin’de doğan O’Keeffe, küçük yaşlarından itibaren sanatçı olmak istediğini bilir. Art Institute of Chicago ve New York’ta Art Students League’de sanat eğitimi alır. Geleneksel Avrupa resim anlayışını kısa sürede terk ederek, Uzakdoğu sanatına yönelmiş, bir süre reklam  ressamlığı yaptıktan sonra 1912-16 yılları arasında çeşitli okullarda sanat dersleri vermişti. Öğretmenlerinden Arthur Wesley Dow, O’Keeffe üzerinde büyük etki bırakır. O dönemlerde devrimci sayılabilecek metodlar kullanan Dow; doğayı düşünmeden tuvale kopyalamak yerine, onun çizgi, kütle ve renk gibi kompozisyon unsurlarıyla  yeniden kurgulanması gerektiğini düşünmektedir. Sanat gündelik hayatın içinde olmalı, sanatçının kendisini ifade etmesi ve yaratım sürecine kişisel tecrübelerini eklemesi gerekir. Dow ile çalışırken kendisini keşfeden O’Keeffe, formları sadeleştirip, şekil ve çizgilerden anlamlı, soyut kombinasyonlar oluşturmaya başlar, kişisel stilini geliştirir.
Okuduğu Wassily Kandinsky’in “Sanatta Tinsellik Üzerine” kitabından çok etkilenir. Kandinsky, sanatı ruhani bir seviyeye yükseltmiş ve sanatı insanlığın rehabilitasyonu için gerekli olan tutku dolu bir kendini adama olarak görmektedir. Bu adanmışlıkla sanatçı; kişisel ve kendine dönük çalışmalar yürüten bir figürden, tüm insanlığa karşı sorumluluğu olan bir figür haline dönüşmektedir. Müziğe duyduğu derin sevgiyle resim çalışmalarında müziğe de yer vermeye başlar, artık soyutlamayı çok iyi kavramıştır.Daha önce yapmış olduğu tüm çalışmalarını yok eder ve başlangıç noktasına dönerek kara kalemle yeni soyut  çalışmalarına başlar.
Yeni çalışmalarından bir kısmını New York’ta yaşayan fotoğrafçı arkadaşı  Anita Pollitzer’e yolar.  Anita’da resimleri son derece meşhur bir fotoğrafçı ve Manhattan’daki 291 sanat galerisinin kurucusu ve sanat dünyasında önemli bir isim olan Alfred Stieglitz’e götürür. Stieglitz, Henri Matisse, Auguste Rodin, Paul Cézanne ve Pablo Picasso’yu ilk kez Amerikan sanat izleyicisi ile buluşturmuş ve aynı zamanda sanat fotoğrafçılığını resim ve heykelle aynı seviyeye getirmek için çalışmaktadır. Stieglitz, O’Keeffe’in cesur kompozisyonlarından çok etkilenir ve onları sergilemeye karar verir. Aynı sene sergi açılır ama savaşın finansal ağırlığı ile galeri kapanır. Bu arada ikili birbirlerine aşık olmuşlardır.
Stieglitz galerisini kapattıktan sonra O’Keeffe portreleri fotoğraf serisi üzerinde çalışmaya başlar. 350’den fazla fotoğraf çeker, fotoğraflarında sanatçının kafası, göğüsleri, elleri, gövdesi gibi vücudunun farklı yerlerine odaklanır. Bu mahrem resimler aslında sanatçının ruhunu sergilerken, bir yandan da fotoğrafçısının ilham perisine ve sanatına olan aşkını  yansıtır
O’Keeffe her şeyi geride bırakır ve Stieglitz ile evlenir. Stieglitz hayatı boyunca sanatçıyı destekler. Tanıtım için sanatçının cinsiyetini ön plana çıkaran bir strateji belirler onu kadın sanatçı olarak piyasaya tanıtır. O’Keeffe’in eserlerinde kadınlığı, dişiliği sayesinde nasıl derin duyguları deşifre ettiğini, olayları derinden duyumsadığını ve uçarı renk paletiyle narin duygularını nasıl resmettiğini anlatır. Stratejisi büyük başarı kazanır ve O’Keeffe sergilerin aranan ismi olur. Zamanla Stieglitz’in yaptığı bu cinsiyet ayrımcılığı ve kadın sanatçı etiketi O’Keeffe’i rahatsız eder. Belki de buna tepki olarak genellikle siyah beyaz renklerde giyinir, melon şapkalar, düz ayakkabılar, takım elbiseler giyer ve saçlarını sımsıkı toplar, hiç makyaj yapmaz. Sanat  dünyasındaki cinsiyet ayrımıyla savaşan O’Keeffe, erkeklerin daha yüksek fiyatlar bulduğu ve daha iyi sanatçı oldukları düşünüldüğü bir dönemde en önemli sanatçılardan biri olur.
                                              
New York’ta yaşayan O’Keeffe bir gün New Mexico’ya seyahat eder. New Mexico’nun vahşi doğası ve mimarisi onu derinden etkiler. O kadar etkilenir ki bu ilk ziyaretinde 24 eser ortaya çıkarır, eserlerin  yarısı yeni konular üzerinedir. Daha sonra kendine orada stüdyo kuran sanatçı, New Mexico’nun görkemli doğası, alışılmadık jeolojik oluşumları, canlı renkleri, ışığın duruluğu ve egzotik doğasının kendisini harekete geçirdiğini söyler. Kayalar, falezler ve dağları, aynen çiçek kompozisyonlarında yaptığı gibi dramatik bir şekilde büyüterek çizer. Zamanla hayvan kemikleri ve kafataslarını da çalışmalarına ekler. 1946 senesinde eşini  kaybettikten sonra da tamamen New Mexico’ya taşınır.
1932 yılında yaptığı resimdeki beyaz çiçek ( White Flower No:1 – Tatula ), boru çiçeği olarak bilinen  Tatula ile büyük ilgi uyandırır. Sanatçının  özel bir  güzelliğe ulaştırdığı bu güzel ama zehirli, halüsinatif çiçek, 122x102 cm ebatlarındaki tuvalin neredeyse tamamını saf ve beyaz tonları ve kadifemsi yapraklarıyla doldurur. Burada Tatula sanki üç boyutlu değil de resim yüzeyine bastırılmış, arkasında görünen mavi gökyüzünün üstünde süzülen bir desene benzer. Bu eserde, her zaman kullandığı standart tuvallerden daha büyük bir tuval kullanan O’Keeffe titizliği ve mükemel tekniği ile ikonik ve zamansız  bir esere imza atmış olur.
Beyaz Çiçek’in kazandırdığı ün ile,  1936 senesinde Elizabeth Arden’den Gymnasium Moderne için tatula çiçekleri olan bir tablo siparişi alır.  O’Keeffe, sade ve aydınlık bir renk paletiyle resmettiğ ve dört tatula çiçeğinin  yer aldığı Jimson Weed tablosu, Spa’da gevşeme egzersizlerinin yapıldığı salonun duvarında yerini alır. Elizabeth Arden esere o dönem için çok yüksek bir fiyat olan 10.000 Dolarlık bir ödeme yapar. Georgia O’Keeffe’e büyük şans getiren çiçekler, sanatçının New Mexico’daki evinin bahçesinde yetişmektedir.  Eserlerinde şekil, renk ve desenler üzerine denemelerde bulunup keşifler yapar. Ressamın çiçekleri basit şekillerine eşlik eden cüretkar renkleri ve özenle ayarlanmış tonları ile dikkat çeker ve seyircide bir düzlem izlenimi yaratır.
Bir gün O’Keeffe sergisini gezen bir ziyaretçi, Alfred  Stieglitz’in yanına gelir ve 6 parçalık bir seri olan gala çiçeklerinin fiyatını sorar. Stieglitz ziyaretçiyi küçümser, ona son derece yüksek bir rakam söyler: 25.000 dolar. İşin sürprizi ziyaretçinin fiyatı kabul etmesidir, bu miktar o dönem için yaşayan Amerikalı sanatçının eserine ödenen en yüksek rakamdır. Stieglitz müşterisine; seriyi bozmadan evine asacağına ve hayatı boyunca eserleri satmayacağına dair söz verdirir ve şöyle der: “Sizi tanımıyorum... Durumunuzu bilmiyorum... Ama zamanımızın en önemli eserlerinden birini aldığınızı ve büyük bir sorumluluk taşıdığınızı biliyorum”.
İlerleyen yıllarında dünyayı dolaşmaya başlayan sanatçının, son dönemlerinde üzerinde çalıştığı iki serinin ilhamı, yaptığı uzun uçak yolculuklarında gelir. O’Keeffe, kuşbakışı nehirler ve bulutların üzerindeki uçsuz bucaksız gökyüzü üzerinde çalışmaya başlar. Genişleyen dünya görüşüyle beraber kullandığı tuvaller de büyür. 1965 senesinde, 77 yaşında, kariyerinin en büyük resmine  -yedi metreden büyük bir tuval üzerinde bulutlar- başlar. The Art Institue of Chicago’da sergilenen Sky Above Clouds IV, sıklıkla Claude Monet’in “Nymphés” 8 (Nilüferler) eseriyle karşılaştırılır. O’Keeff, eser hakkında şöyle yazar: 240 cm yüksekliğinde 730 cm genişliğinde bir resim yaptım- sabah altıdan akşam saat sekize kadar günün her dakikası çalıştım, onu hava soğumadan bitirmeliydim- garajda çalışıyordum ve orada ısıtıcı yoktu- Ebadın bu kadar büyük olması tabii ki gülünç ama birkaç senedir bu resim aklımdaydı, onu yapmak istiyordum ve sonunda yaptım ve güzel zaman geçirdim- ve işte burada- ne en iyi eserim ne de en kötü eserim.”
Georgia O’Keeffe 1986 senesinde, 98 yaşında New Mexico’da hayata veda eder, külleri vasiyeti üzerine New Mexico’nun o çok sevdiği vahşi doğasına serpilir.
Çiçek resimleri,  O’Keeffe’in sanatsal üretiminin sadece yüzde beşini oluşturmalarına rağmen geniş kitlelere ulaşmış ve sanatçıyla özdeşleşmiş, sanat tarihine büyük ölçülerde resmedilmiş çiçek resimleri ile geçmiştir.  O’Keeffe’nin çiçek tabloları eleştirmenler tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. Çoğu  zaman, doğum, yaşam ve ölüm döngüsüne göndermeler içerdikleri veya cinselliğin temsilcisi oldukları düşünülmüştür. Oysa ressam, bu yorumların hiçbirini doğrulamayıp çiçekleri yalnızca kendi gözlemlediği biçimde resmettiğini belirtmiştir.
Çiçekleri  neden bu kadar büyük çizdiği konusunda çok soru alan sanatçı, 1944’te bir sergi katalogu için kaleme aldığı yazısında amacını şöyle özetler: “Bir çiçek nispeten küçüktür. Herkesin çiçekle, çiçek fikriyle ilgili çağrışımları vardır. Çiçeğe dokunmak için elinizi uzatırsınız,  onu koklamak için eğilirsiniz, belki neredeyse düşünmeden dudaklarınızla ona dokunursunuz  veya birisini memnun etmek için ona çiçek verirsiniz. Gene de gerçek anlamıyla  kimse çiçeği görmez, çünkü o küçüktür  ve bizim hiç zamanımız yoktur . Oysa arkadaş sahibi olmak gibi görmek de zaman alır... O zaman kendi kendime dedim ki: - gördüğümü resmedeceğim, çiçeğin benim için ne anlam ifade ettiğini resmedeceğim, ama onu büyük çizeceğim ve insanlar ona bakmak için zaman ayırdıklarında şaşıracaklar.  O, meşgül New York’lular bile çiçeklerde ne gördüğümü anlayabilmek için zaman ayıracaklar... İşte! – benim ne gördüğüme bakmak için zaman ayırmanızı sağladım.” O’Keeffe bu bakma ve görme oyunuyla, metropollerde yaşayan ve hayata yetişebilmek için hep acelesi olanların bile durup, doğanın eşsizliğini ve duyumsallığını deneyimlemesini ister. Renkler, şekiller ve ışık arasındaki ince farklar resimleri canlandırır  ve onları geniş kitleye ulaştırır.
                                               
Georgia O’Keeffe’nin resimlerinin belki de en büyük özelliklerinden birisi zamansız olmalarıdır. Herhangi  bir    döneme ait değillerdir, izleyiciyle karşılaşma anlarının güncelliğine bürünürler. Sanatçı, sanat trendlerinden etkilenmeden, doğadaki soyut  formlara ulaşma yolunda kendi vizyonuna sadık kalmıştır. Ona göre; sanatçının söyleyecek  bir şeyi olmalıdır, sadece form üzerinde ustalığa sahip olmak yerine formu içsel anlamına uyarlamak amacına  da sahip olmalıdır.” Bu bakış açısı keskin bir gözlem yeteneği ve usta fırça  kullanımı gerektirmektedir.
Santa Fe şehrindeki Georgi O’Keeffe Müzesi bir kadın sanatçıya adanmış ilk Amerikan müzesidir.


20 Ağustos 2017 Pazar

Gökyüzü Kralı Yves Klein

Bir yaz günü üç genç Nice sahillerinde güneşlenmektedir. Yves Klein, Arman ve Claude Pascal aralarında konuşurlarken dünyayı Yunan Tanrıları Zeus, Poseidon ve Hades gibi üçe bölmeye karar verirler. Arman hayvanlar aleminin, Claude bitkiler aleminin, Yves de gökyüzünün idaresini alır. Yves birden elini gökyüzüne uzatır ve sonsuz maviliğe imza atar, ilk sanat eserini  bu şekilde imzalamış olur. O gün hakkında daha sonra şöyle yazar: “1946 senesinde, hâlâ yeni yetmeyken, müthiş “gerçekçi-hayal” yolculuğu sırasında gökyüzünün arkasını imzaladım. O gün Nice kumsalında uzanırken, benim mavi, bulutsuz gökyüzümde ileri geri uçan kuşlardan nefret etmeye başlamıştım, çünkü en önemli ve en güzel eserimde delikler açıyorlardı.”
Klein, figüratif ressam bir baba ve soyut ressam bir annenin oğlu olarak 1928’de Fransa’nın Nice şehrinde dünyaya gelir. 19 yaşında judoya merak salar.”Ruhani bir alanda insan vücudunun keşfi” olarak gördüğü bu sporda çalışmalarını derinleştirmek için Japonya’nın en prestijli judo okullarından Kodokan Enstitüsü’nde eğitim almaya gider. Bu dönemde “Les Fondements du Judo”(Judonun Temelleri) kitabını yazar, siyah kuşak derecesine yükselir ve Fransa’da önemli bir judo figürü olacağı düşüncesiyle ülkesine geri döner. Fakat siyah kuşağı Fransız Judo Kurumu tarafından kabul görmez, büyük şaşkınlık yaşayan Yves, tüm enerjisini sanatına verir. Hayata ve varoluşa karşı merakı onu çeşitli felsefelere ve dine yönlendirmiştir. Doğuştan var olan sanatsal yeteneğini keşfetmesindeki itici güç, Max Heidel tarafından yazılmış “La Cosmogonie des Rose-Croix”adlı kitaptır. Çünkü Max Heidel’in kitabı, mistisizme büyük ilgi duyan Klein’i oldukça etkiler ve sanatçı, Heidel’in yazdıkları doğrultusunda resimler yapmaya başlar.
1955’te turuncu monokrom bir eserle Salon des Réalités Nouvelles’e başvurur. Serginin seçici jürisi, eserin tek renkten oluşuyor ve Klein’in esere bir nokta, bir çizgi, farklı renkte herhangi bir şey eklemeyi reddetmesi üzerine eserin sergilenemez olduğunu söyler. Eserin reddi, Paris sanat dünyasında birçok kişi tarafından imzalanmış bir protesto dilekçesinin dolaşmasına sebep olur. Sergi jürisi fikrini değiştirmese de Klein geleneklere başkaldıran bir figür olarak ünlenir ve bu reddediliş onun kariyerinin dönüm noktası olur.
Bachelard’dan aldığı ilhamla sadece tek renge, maviye konsantre olmaya karar verir. Mavi onun için; duyarlılığın rengi, havanın, sonsuz gökyüzünün, derin okyanusun ve ateşin gerçek rengidir. Klein, “saf resimsel duyarlılığı” yakalayabilmek için çok özel bir mavi  tonu kullanması gerektiğine inanır. Saf resimsel duyarlılık, sanatçının kendi duyarlılığını saflaştırıp ayrıştırdıktan  sonra sanat eserine enjekte etmesiyle, duyarlılığının seyirci tarafından hissedilmesidir. Böylelikle sanat eseri sadece algısal olmaktan çıkıp artık algı ötesi bir deneyim olacaktır. Bu özel mavi tonuna ulaşmak için bir kimyagerle çalışmalara başlar. Araştırmaları sonucu tam aradığı renk kombinasyonuna ulaşır. Derin, mat bir ultramarin mavi elde eder ve bu rengi International Klein Blue (Uluslararası Klein Mavisi) (IKB) olarak tescil ettirir.Uluslararası Klein Mavisi, görülenin veya dokunulanın ötesinde maddesel olmayan değerleri simgelemektedir.
1958 senesinde, 30. doğumgününde, sanat tarihinin önemli sergilerinden La spécialisation de la sensibilité a I’etat de matiére en sensibilité picturale stabilisée (Dengelenmiş bir resimsel duyarlılık olarak, ham madde halindeki duyarlılıkta uzlaşma), sanatçının kısaltmasıyla le Vide (Boşluk), Paris Galerie Iris Clert’te açılır. Basılı davetiyesinden kapanış fotoğraflarına kadar dikkatlice planlanmış olan ve bir festival havasında geçen sergide, sergi mekanı boşaltılmış, her yer beyaza boyanmıştır. İçeride sadece tek bir dolap vardır. Misafirler uzun mavi perdeler ve muhafızlar arasından salona giriyorlar ve içeride mavi kokteyler ikram ediliyordu. Sergi için yollanan 3500 davetiyenin metnini Fransız sanat eleştirmeni Pierre Restany kaleme almıştı: Davetliler tüm duygusal varlıklarıyla, duyarlılık saltanatının aydınlık ve pozitif etkinliğine bekleniyorlardı. Sergi büyük ses getirdi, ziyaretçiler arasında olan Albert Camus ziyaretçi defterine: “with the void, full powers”(boşlukla, tam güç) yazmıştı.
Aynı sene Klein en bilinen eserleri arasında yer alan Anthropometris serisi üzerinde çalışmaya başlar. Uluslararası Klein Mavisi’ne bulanmış kadın modeller Klein’in direktiflerine uyarak “canlı fırça” görevi yapıyorlardı. Böylece bedenin  görsel varlığını belgeliyordu. Bu serinin ardından çalışmalarında ateş kullanmaya başlayan Klein, “Ateş Resimleri” serisinde modellerinin bedenlerini alev almaz bir malzemeyle kapladıktan sonra zemin üzerinde onları istediği forma getiriyor, onları şablon gibi kullanıyordu. İstediği formu yakaladıktan sonra modelleri bir kenarda dinlenirken alev makinasıyla figürlerin etrafındaki alanı ve gerekli gördüğü noktaları yakarak belirginleştiriyordu. Daha sonra boyalar devreye giriyor ve ardında mistik bir performansın etkileyici izlerini bırakıyordu. 1960’ta Paris’te düzenlediği “Mavi Çağda Antropometriler” adlı sergisinin açılışında, takım elbiseyle meydana çıkan Klein, 20 dakika boyunca tek bir notanın çalınması ardından 20 dakika sessizzlik içeren Monoton Sessizlik Senfonisi eşliğinde, “canlı fırçalar” olarak adlandırdığı ve vücutları mavi renkte boyanmış üç çıplak modeli beyaz tuvallere yönlendirerek vücut baskılarını yapmıştı.
İkonikleşmiş diğer eseri Leap into the Void (Boşluğa Atlayış); 27 Kasım 1960 tarihinde 2. Avangart Festivali için Dimanche-Le Journal d’un Seul Jour (Pazar-Sadece bir gün için Gazete) isimli sahte bir gazete hazırlamış ve Paris gazete bayilerinde bir günlüğüne satışa çıkmıştı. Fotoğrafın yanındaki başlık şöyleydi:”Boşlukta bir adam! Boş alanların ressamı kendisini boşluğa bırakıyor! Bir binanın ikinci katından kendisini boşluğa bırakan kişi Yves Klein’dan başkası değildir.  Daha önceki denemelerinde kendisini sakatlayan Klein, bu son versiyonda boşluğa atlamak yerine kendisini bir ağın üzerine bırakır, daha sonra foto-manipülasyonla bu ağ resimden silinir.
Maddesizleşme üzerine çalışmalarından biri ise; galerisiyle tartıştığı bir gün, tüm eserlerini toplayıp onları soran olursa eserlerinin görünmez olduğunu ve almak isteyenlerin son derece görünür bir çek yazmalarını istemesidir. Bu satışı da gerçekleşir.
Aynı zamanda bir Rozikrusyen, siyah kuşak sahibi bir judocu olan Yves, seyircisiyle güçlü bir bağ kuruyor, geleneksel sanat anlayışının dışında eseler üretiyordu. Modellerine direktifler vererek onları canlı fırça olarak kullanan, alev makinalarıyla resim yapan, altın külçeleri karşılığında boşluğu satan ve satan alan kişinin kendisine verilen sertifikayı yakması halinde külçelerin yarısını Seine nehrine atan alışılmışın dışında düşünen ve hayallerini gerçeğe dönüştürme cesaretine sahip bir yetenekti.
 Kavramsal sanatın önemli isimlerinden olan Klein, 34 yaşında  geçirdiği üçüncü kalp krizinden öldüğü zaman,sekiz yıllık sanat hayatıyla performans, yerleştirme, kavramsal sanat ve kurumsal eleştirinin öncülerinden olmuştu.



“Bir Kazı Hikâyesi: Çatalhöyük”

         
                                   


Günümüzden 9000 yıl önce, bugünkü Konya Ovası’nda insanlar bir araya gelerek kerpiçten evler inşa ettiler; kilden kendi çanak çömleklerini ürettiler; 200 km uzaktan getirdikleri volkan camı ile kesici ve delici aleteler yaptılar; hayvanları evcilleştirdiler; tarımla uğraştılar. Dahası duvarlara ve yerlere çizdikleri resimlerle, taştan ve kilden ürettikleri heykellerle oldukça geniş yelpazeli bir sanat ortaya koydular.
Peki biz tüm bunları nereden biliyoruz?
11 Kasım 1958’de 30’lu yaşlarının başlarında idealist arkeologlar Alan Hall, David French ve James Mellaart, Konya’nın yaklaşık 45 km güneydoğusunda yer alan toprak bir yolda ilerlemeye çalışıyorlardı. Düz ovanın ortasında heybetle yükselen, böylelikle sıradan olmadığını hissettiren bir tepenin yanına gelince durdular. Tepenin çevresinde bir tur atıp buluntuları incelediklerinde daha ilk dakikadan dünyanın tarihini değiştirdiklerini anlamışlardı; gördükleri el değmemiş Neolitik’ti! Önünde durdukları bu etkileyici höyük, daha birkaç yıla kalmadan dünya genelinde ses getirecek, arkeoloji camiasını heyecanlandıracak ve Neolitik Çağ’ın teknolojisi, sanatı, kültürü ve inançlarına dair bilgi birikimimizde bir devrim yaratacak, Mellaart, arkeoloji çevrelerinde parlak bir şöhret kazanacaktı.
Ian Hodder ‘ın önderlik ettiği Çatalhöyük Araştırma Projesi, 1993 yılınan beri dünyanın en eski topluluklarından birinin avcı toplayıcılıktan tarım toplumuna geçiş sürecine ve sosyoekonomik organizasyonuna ışık tutmak için araştırmalarını sürdürmekte. Hodder ve ekibinin kazı çalışmaları bu yıl Ağustos ayında sona erecek.
Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyeteri Araştırma Merkezi (ANAMED), Çatalhöyük Araştırma Projesi’nin 25. yılını bir sergiyle kutluyor ve izleyicileri 9000 yıllık bir yolculuğa çıkarıyor. Sergi Duygu Tarkan küratörlüğünde Çatalhöyük araştırmacıların katkılarıyla hazırlanmış ve izleyicileri  25 yıllık projenin dedektiflik serüveninin bir parçası olmaya çağırıyor.
Mellaart, Türkiyeli ve uluslararası araştırmacılar ve Türkiyeli işçilerden oluşan büyük bir ekiple, 1961- 1965 yılları arasında Çatalhöyük’te kazılar yaparak 160 bina ortaya çıkardı. Aynı zamanda, buluntuları geniş çaplı olarak kamuoyuna duyurdu ve Çatalhöyük’ün dünya çapında tanınmasını sağladı.
Mellaart’tan 28 yıl sonra Ian Hodder höyük çalışmalarına başlıyor. Hodder çalışmalarında yeni bilimsel tekniklerin uygulanması esasına dayalı bir teknik izliyor. Bu nedenle, bugün ulaşılan sonuçlar birbirinden farklı ancak birbirini besleyen iki çalışmanın harmanlanması ile oluşuyor.
“Çatalhöyük’te bulunan 21 metre yüksekliğindeki tümseğe her çıktığımda yüreğim kıpır kıpır eder. 1993 yılından beri yazları burada çalışmama rağmen, o topraklara her  adım atışımda dizlerimin bağı çözülür. Ne de olsa altımdaki toprak 9000 yıl kadar önce nüfusu 3000 ile 8000 arasında olan bir yerleşmenin büyüleyici ayrıntılarını barındırır.”  diyerek duygularını dile getirir Ian Hodder.
Çatalhöyük Araştırma Projesi, 1993’ten günümüze sit alanı içerisinde ve dışarısında yeni arkeolojik, konservasyonel ve küratöryel metotlara öncülük edecek çalışmalarını sürdürüyor. Uluslararası ve sürekli değişen bir ekip oluşturularak geçmişte yaşamış olan insanların hayatlarına dair düşüncelerimizi ve anlayışımızı geliştirmeyi hedefliyor. 1960’lı yıllardan beri devam eden kazılar, MÖ 7100’e tarihlenebilecek, yoğun şekilde kullanılmış bir Neolitik yerleşim ortaya çıkarmış. Çatalhöyük Araştırma Projesi ile yüzeyin altında yatan ve zamanının en kompleks  toplumlarından biri olan Çatalhöyük insanlarının izleri gün ışığına çıkıyor. Dünyanın pek çok ülkesinden gelen uzmanlardan oluşan ekip burada yaşayan insanların hayatlarını derinlemesine anlamak ve anlatmak için çalışıyor.
Arkeologlar, ilk olarak aynı döneme ait diğer araziler ya da farklı arkeologların önceki yıllarda Çatalhöyük’te keşfettikleri üzerine okumalar yaparak birtakım fikirler edinirler. Kazma anı asla tekrarlanamaz. Kazıcıların, çalışma esnasında mümkün olduğunca fazla bilgiye sahip olmaları önemlidir. Bu nedenle, Çatalhöyük’te kazılar uzman kazıcılar tarafından yapılır, aynı zamanda arazide laboratuvar  yer alır. Böylelikle uzmanlar, kazılar devam ederken, kazıcılara hızlı bir şekilde geri-bildirim verebilirler. Her bulgunun kaydı tutulur, böylece sonraki yıllarda başka araştırmacıların da bulunanları ve yapılan yorumları yeniden analiz etmesine imkan sağlanır. Bu yüzden sürekli olarak günlük tutulur, video kaydedilir ve her şey mümkün olduğunca belgelenmeye çalışılır.
Toprak üstüne çıkarılan tüm buluntular, gün sonunda kazıcılar tarafından höyükten aşağıya getirilerek  buluntu laboratuvarına teslim edilir. Kazıcın işi burada biter; bundan sonrası laboratuvar uzmanının işidir. Buluntu laboratuvarındaki uzmanın en baştaki görevi, alandan getirilen malzemeyi yıkama/kurutma ve sisteme kaydetme gibi hazırlık işlemlerinden geçirmek ve ardından gerekli analiz için ilgili uzmanlara ulaştırmaktır. Kazı sonrasında uygulanan sistematik kayıt ve depolama işleminin amacı alandan gelen malzemenin niteliğinin, fiziksel bütünlüğünün uzmanlar ve öğrenciler tarafından çalışılabilmesi ve alanın uzun yıllar yorumlanmasına yardım edebilmesi için korunmasıdır.
Çatalhöyük’te insanlar arpa, bezelye, ekmeklik buğday, mercimek ve burçak türlerinin yanı sıra badem, palamut, fıstık, elma, ardıç ve çitlenbik gibi meyve ve yemişlerle beslendiler...Ta uzaklardan kütükler taşıyıp hem yakıt yaptılar, hem de onları mimari taşıyıcılar olarak kullandılar. İşte bunlar 9000 yıllık yemek tariflerini, tohumların ekildiğini mi yoksa yiyeceklerin toplandığı mı araştıran bitki bilimci arkeologların çalışmalarının sonuçlarından bazıları.
Duvar resimlerinden figürinlere, çömleklerden boğa başı kabartmalara kadar çok çeşitli hayvanların Çatalhöyüklülerin sembolik dünyasında önemli bir yer tuttuğunu biliyoruz. Peki dünyalarına sızan bu hayvanlar hangi türlerdi? Çatalhöyük zooarkeologları, bir başka deyişle hayvan kemiği uzmanları, bugüne kadar bir milyondan fazla kemiği incelemiştir. Bu sayı, kazılarda çıkarılan malzemenin çok az bir kısmıdır. Ayrıca unutmamak gerekir ki kazılan alan da yine bütün alanın %7’sini oluşturuyor.
Koyun, keçi, köpek evcildir; domuz yabanidir; büyük başların evcilleştirime konusu ise tartışmalıdır. Yabani eşek, yabani koyun, geyik türleri, gazel, tilki, kurt, kedi, tavşan, leopar ve kuşlar avlanan hayvanlar arasındadır. Balıkçılıkla da uğraştıkları hem bulunan balık kılçıklarından, hem de kemikten yapılma olta iğnelerinden anlaşılmaktadır.
Zamanında çok heybetli olan Çarşamba nehrinin kucağında kurulmuş yerleşmede kilin en fazla kullanılan hammadde olması çok doğal değil mi? Öyle ki çanak çömlekten kil toplara, mühürlere ve duvar kabartmalarına kadar çeşitli amaçlar için kullanılmıştır. Peki kili doğal haliyle mi kullanmışlardır yoksa fonksiyonuna yönelik katkılar eklemişler midir? Tüm bu sorular cevaplar işte burada aranmaka.
Unesco Dünya Kültür Mirası listesindeki Çatalhöyük’te yürütülen bilimsel çalışmaların üç boyutlu modelleme buluntuları yeniden canlandırma, kazı alanlarının lazer taraması ve VR(sanal gerçeklik) teknolojisiyle Çatalhöyük binalarının deneyimlenmesi gibi interaktif sergilenme yöntemleri ile sergi 25 Ekim’e kadar açık kalacak. Ziyaretçiler, arkeologların verilere nasıl ulaştığını, laboratuvarlardaki  merak uyandıran analizleri etkileşimli olarak deneyimleyebilecek. Proje, arkeolojik araştırmalar sonucu elde edilen verileri sanal gerçeklik ortamında yeniden yaratıp kullanıcının “orada bulunmak” duygusunu tetikleyerek, Çatalhöyük’teki yaşamı yorumlamak için yeni bir deneyim sunuyor. Malanın toprağa değdiği andan, buluntuların ortaya çıkarılmasına, kayıt ve hazırlık çalışmalarından, laboratuvarlardaki analizlerle  verinin bilgiye dönüştüğü yayın sürecine kadar geçirilen tüm araştırma adımlarına tanıklık ediyor.
Sergi kapsamında derlenen Çatalhöyük üzerine bugüne kadar yayımlanmış 500’den fazla makale ve kitap ANAMED Kütüphanesi’nde ilgililere yayınları inceleme imkanı sağlıyor. Çatalhöyük Araştırma Projesi tarafından yürütülen bilimsel çalışmaların anlatımında üç boyutlu modellemeyle seçili buluntuların yeniden üretilmesinin yanı sıra kazı alanlarında girilemeyen noktaların detaylarının incelendiği lazer tarama görüntüleri ilk kez sergileniyor.

*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır. 

Dilek Türker "Avucumda Çimen İzi"




www.yenicikanlar.com.tr için Sevgili Dilek Türker'le yaptığımız röportaj

http://www.yenicikanlar.com.tr/her-oykum-aldigim-bir-nottan-cikti-73469


Hep Kitap, yeni, yalın, duru kalemiyle Dilek Türker’i öykü severlerle buluşturdu. “Avucumda Çimen İzi”, 16 öyküden oluşuyor. Dilek Türker’le, ilk kitap heyecanını, yazma serüvenini konuştuk.

 -İlk öykü kitabın, daha önce dergilerde yayınlanmış öykülerin var. Nasıl başladın yazmaya?
Mektuplarla iletişim kuran biriyim. Sıkı dostlarımla, sevdiklerimle hep mektuplaştım. Gündelik mektuplaşmaların ötesine geçen yanları olmuştur. Onları yazınsal çabamın ilk ürünleri olarak sayabilirim. Daha sonra senaryo denemeleri, senaryoya varmayan sinopsisler, kısa anlatılar yazdım… Hikaye anlatmak istiyor, aklımdaki hikayelere uygun bir biçim arıyordum; öyküler çıktı sonunda ortaya.
-Kendinden biraz bahseder misin? Nerelerde eğitim aldın, ne iş ile uğraşıyorsun?
1984, Adana doğumluyum. Hukuk Fakültesi mezunuyum. Böyle şeyler yazabilirim ama bir arkadaşımın 11 yaşındaki ikizleri “Şiirce” diye bir kitap çıkardı ve onların otobiyografilerini okudukça kendi yazdıklarımı çok sıkıcı buluyorum. Mesela Utku Erkman diyor ki: “Bu capcanlı dünyanın sahipleri kimi zaman iyilik, kimi zaman kötülük, kimi zaman da konuşan sinekler ve kuşlardır.” Kardeşi Ece de kendinden bahsederken, “Bu kitaptaki çizimler bana ait. Hayallerimi çizmeyi seviyorum. Beni bir çizer gibi değil de bir arkadaşınız olarak kabul edin” diye yazmış. Ben onlar kadar müthiş şeyler yazamam ama şöyle söyleyeyim madem: Bir daha dünyaya gelsem ağaç olmak isterim. En çok annemin bana fal bakarken anlattığı hikayeleri severim. Coğrafyam iyi değildir ama yeni şehirlere ve ülkelere dair içimde hep güzel duygular beslerim. Yine de çocukluğum bu topraklarda geçtiği için en sıkı bağım burayladır. Tabii bu, neden bu ülkeden bir Kafka çıkmadığına dair şaşırmama engel değildir.
 -“Hüznün yanı sıra umudun da yeşerdiği hayatlara pencere açan öyküler” diye yorumlanmış yazıların. Neler düşünüyorsun, ilk kitabı yeni çıkmış genç bir yazar neler yaşıyor bugünlerde?
En önemsediğim şey yaşama sevinci. Bunu kaybedersek çuvalda çürüyen patateslerden bir farkımız kalmaz. Bu dönemde ise şansımız var ve hala hayattaysak, en zor şey yaşama sevincini koruyabilmek. İşte bunun için uğraşıyorum; içimde bir kırıntı bile kaldıysa bulup çıkartıyorum ve çoğaltmaya çalışıyorum iyilikle, güzellikle.  Ritüellere önem veriyorum; eşimle, annemle, sevdiklerimle sohbet ederek, kızımla oyunlar oynayarak, uzun yürüyüşler yaparak, okuyarak, yeni öyküler için notlar alarak geçiriyorum zamanı.  Bugünlerde yaptığım bu.
-Kitabının arka kapağında “Dilek Türker’in öykülerinde bocalayan, düşen; kalktıklarında avuçlarında gördükleri çimen izlerinin karmaşıklığında kaybolan insanlar var. Aniden duran dönmedolap, hafifçe esen rüzgâr, rüzgârı hissetmek için koşan çocuklar. Bir daha dönmeyecek kadar uzağa giden göçmen kuşlar... Evler var, evlerin içleri, iyi yürekli hayatlar... Avucumda Çimen İzi yeni bir yazarı keşfetme hazzı veriyor” diye anlatılmış kitabın. Var mı buna eklemek istediğin bir cümle, kelime?
Arka kapak yazısını çok sevdim ben. O yüzden eklemek istediğim bir şey yok.
- Biz yeni bir yazarı keşfettik, sen yeni okurlar keşfederken neler hissediyorsun?
Şaşırtıcı ve heyecan veren bir süreç. Kitabın basılacağını haber aldığımda ve sonrasında daha soğukkanlıydım ama kitabı raflarda gördükten sonra biraz afalladım. Ara sıra kitapçıları geziyorum, bazen yerini bulamıyorum, yine de utanıp soramıyorum görevlilere. Bazen hiç tanımadığım biri ya da çoktandır tanıdığım insanlar kitapla ilgili paylaşımlarda bulunuyor. Mutluluk ve mahcubiyet arasında bir yerde okuyorum yazdıklarını. Güzel, iyice duyumsayarak yaşamaya çalıştığım zamanlar.
-Öyküler yazıyorsun, yola öykücü olarak mı devam etmek istiyorsun? Neden öykü?
Anlatmak istediğim hikayelerin bir tür olarak öykü kalıbında var olabileceğini görmüş olmam, neden öyküyü seçtiğime dair bir yanıt olabilir. Bir roman dinamiği, izlekleri, biçimi içinde anlatmayı düşlediğim bir hikayem yok. Öykü türü içinde akıl yürütme çabası içinde olmak, bu zanaatı geliştirmek benim için daha çekici. Başka bir türde yazacak olsam da cevabım aynı olurdu aslında. Bir tür seçip yola çıkmıyor, anlatmak istediğimize en uygun türü seçip ona göre bir ürün veriyoruz sanırım.
-Türkiye’de öykünün yeri hakkında neler düşünüyorsun?
Türkiye’de öykünün gördüğü değerden memnunum. Evet, büyük kitlelere romanlar daha çabuk ulaşıyor ve daha çok okunan hep romanlar oluyor ama bunda şikayet edecek bir yan görmüyorum. Bence önemli olan okuyanın hangi algı düzeyinde okuduğu ve okuduğuna ne derece kıymet verdiği. Bu açıdan bakarsak Türkiye’de öykünün çok seçkin bir okur kitlesi var. Üstelik bu seçkinlik bir avuç insanı ifade etmiyor. Öykücüler biliniyor, konuşuluyor, takip ediliyor. Bir yazar sırf öykü yazarak edebiyat dünyasında var olabiliyor. Öykü çok ciddi bir kitlece okunuyor ve değer görüyor. Satış rakamları ve istatistikler ne der bilemem. Benim kişisel deneyimim ve yakın çevremden edindiğim gözlem böyle.
-Seni etkileyen, benim yazarlarım dediğin kimler var?
Sevdiğim birçok yazar ve kitap var. Bir kitabı bitiriyorsam muhtemelen onun dünyasına dalmışım ve yazarın kaleminden etkilenmişim demektir. Her zaman başucumdaysa, Sait Faik, Cemal Süreya ve Didem Madak var.
- Yekta Kopan’ın atölyesinde beraber derslere katıldık. Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri hakkında neler söylersin?
Benim yolum Yekta Kopan atölyeleriyle kesişmeseydi, muhtemelen yine yazardım, günlük tutmaya, mektuplar yazmaya, kart atmaya ve senaryo denemeleri yazmaya devam ederdim ama öykülerin o güzelim dünyasını ya keşfedemezdim ya da böyle erken keşfetmezdim. Kurtarılmış zamanlar olarak görüyorum o atölyede geçirdiğimiz zamanları. Hem Yekta Bey’in hocalığı, enerjisi, dostluğu hem de diğer atölye katılımcılarının kalemleri, eleştirileri ve önerileri benim kendimi geliştirmemde çok etkili oldu.  Yazarlığın, yaratıcı yazının öğrenilemeyeceği gibi bir savla bu atölyelere burun kıvıranlara, buralarda kimsenin yazarlığı öğretme çabası içinde olmadığını söylemek lazım. Öncelikli amaç her zaman edebiyata çok yakın ilgi duyan bir grup insanın, bir tür kardeşlik duygusuyla bir araya gelip fikirlerini paylaşması, birbirinden ilham alması.
Ve tabii sırası gelmişken Yekta Kopan ve İpekli Mendil’in yazı hayatındaki yerleri nedir?
İpekli Mendil yazarlarından bir kısmını eşim başka bir yazı atölyesinde tanımıştı ve aralarında güzel bir etkileşim olmuştu. Sonra da beni tanıştırdı onlarla. İçlerinden biri, sanırım Betül, Yekta Bey’in yazma atölyesine katılmamı önerdi. Güzel tesadüfler, öyle bir akşamüstü, hoş bir sohbette karşınıza çıkabiliyor. Yukarıda bahsettiğim kardeşlik duygusunu orada tanıdığım insanlarla da yaşıyorum. Bana ilham veriyorlar.
Mehmet Tutar ve Hüsne Tutar’a da değinmem gerek burada. Gerçek bir öykü kahramanı iki öğretmen. Çok güzel hayalleri var, hayata öyle bir yerden bakıyorlar ki umutsuz olmaya hakkımız yok gibi geliyor onları düşününce. Yekta Bey ve İpekli Mendil yazarları Antakya Narlıca Anadolu Lisesi’nde İpekli Mendil Kütüphanesi’ni kurdular. O süreçte ben de onların yanında olma ve onları daha yakından tanıma fırsatı buldum. Oradaki öğrencilerin coşkusunu, öğretmenlerin onlara ve hayallerine olan inançlarını ve hepimizin bir an için de olsa içimizde hala umudumuzu koruduğumuza dair hissettiklerimizi unutamam.
-Ağaçların, köknar ağacının öykülerine etkisi, sendeki çok özel değilse hikayesi nedir?
Babam bir köknar ağacının gölgesinde uyuyor. Yalnızca bunu söyleyebilirim.
- “Elişi ödevimi çilek reçeliyle yapıştırdı. (…) Bir şey oldu sanırsın ama olmaz.” Kitabında bu ve buna benzer içten, okuyanda geçmişe dönüp ben de yapmış mıydım diye düşündüren, samimi cümleler, bizden hikayeler var. Bunun için öncelikle sana teşekkür ediyorum. Bunu nasıl yapıyorsun? Notlar alarak mı çalışıyorsun, nasıl yazıyorsun?
Bence sen de bu ve bunun gibi tatlılıklar yapmışsındır. Hatta yapmaya devam ediyorsundur. Bu eşim Alpay’ın bir anısı. Zaten onun çocukluk anılarından çok etkileniyorum ve öykülerde bir şekilde anlatıyorum. Bazen kendisine hiç hikaye bırakmadığımdan şikayet ediyor bu sebeple.
Not aldığım doğru. Bazen babaannem bir şey anlatırken, annem biriyle konuşurken, bir arkadaşım çocukluk anısından bahsederken ya da bir belgesel izlerken bir not alıyorum ve o aldığım not beni bir öyküye başlamaya teşvik ediyor. Sonunda belki aldığım not o öyküde geçmez, bambaşka bir şey vardır ortada ama o not görevini yapmıştır. Bana bir duyumsayış vermiştir o öyküye başlamak için. Bir oturuşta baştan sona yazıp bitirdiğim bir öykü yok. Her öyküm -ister kağıda ister aklımın bir köşesine olsun- aldığım bir nottan çıktı.
Son olarak küçük bir kızın var. Anne olmak seni nasıl etkiledi, öykülerine etkisi oldu mu?

Hamileyken bir dergide Patti Smith’in bir röportajında rastlamıştım, annelik için şiirsel demişti. Ben sevdim anne olmayı, bence de çok şiirsel. Zorluklarına, kadını yıpratan ve yoran süreçlerine ya da dünyanın gidişatına bakıp anne baba olmanın nasıl riskli bir karar olduğuna değinmeden şunu söylemek istiyorum, kızımın yüzüne bakınca çok güzel günleri düşlüyorum hep. Sonra da oturup yazmaya başlıyorum. Bir de anne olduktan sonra sanırım çocukların dünyasına daha da daldım ve masalsı bir yeri keşfetmiş oldum böylece. İşte incecik iple uçan balonu bileklerine falan bağlıyorlar, kuşları sevinçle besliyorlar, bilmediğim ve hayran olduğum bir dilde konuşuyorlar. Ben de onların peşine düşüyorum bazı öykülerde.

José Sancho “Erotik Doğa” Sergisi



Kosta Rika’nın en önemli heykeltıraşlarından olan José Sancho, Pera Müzesi’nde, sanat tarihçisi ve eleştirmen Maria Enriqueta Guardia Yglesias küratörlüğündeki “Erotik Doğa” sergisinde hayvan ve figür temalarına odaklanmış.

Picasso, Brancusi gibi sanatçılardan  ilham almışsa da soyuta fazla yönelmeyen sanatçı, doğduğu topraklardaki Hispanik ve Kolomb öncesi sanattan etkilenip bu etkiyi yeni bir okumayla, kopyalamadan, yaratıcı içgüdüyle, gerçeği kendi doğrultusunda dönüştürerek sunmuş. Doğadan esinlendiği eserlerini yerleştirdiği mekanlar ile sürekli diyalog halinde olan José Sancho’nun eserleri bu sayede mekana kök salmış olarak yorumlanmış. 

Hayvan veya bitki heykellerini doğal ortamlarında ve doğayla diyalog halinde tasavvur eden sanatçının  heykellerinde çiftler, annelik, anne ile yavru arasındaki bağ, bazende bu ikisi tek bir figür olarak karşımıza çıkıyor. Annelik sanatçının ilgisini çeken bir temadır ve bu da neden sık sık gebe gövdeler yaptığını açıklar. 

Eserlerinde erkek-dişi ikiliğini de gördüğümüz sanatçı, aynı anda hem bütünleyici hem de çelişik olarak algılanan zıtlara duyduğu ilgiyi vurguluyor: “Onlar yüz yüze gelmiş Hermes ve Afrodit’tir.”   
   
Ahşap, granit, mermer, bronz, demir levha ve buluntu nesneler gibi pek çok malzeme ve kullandığı  tekniklerle şaşırtıcı çalışmalar ortaya çıkaran sanatçının eserlerindeki  kaide, figürün ayrılmaz bir parçasıdır. Yarattığı kadın gövdelerinin şehvetli niteliğini gizlemek yerine ön plana çıkarır ve saydam etkiler yaratır. Cilalı ve neredeyse saydam yüzeye uyguladığı işlemle, malzemeyi bambaşka bir esere dönüştürür. Bazı eserleri ilginç bir ikilik yaratır; figür bir bütün olarak yaprağa benzese de dişilik organı olarak da yorumlanabilir. 

18 Nisan 1935’te, Kosta Rika, Puntaneras’ta dünyaya gelen José Sancho, İktisat Bölümü’nden mezun olur. Resim ve heykele olan ilgisi 1970’lerin başında profesyonel ilişkiye dönüşür ve 1974’te heykeli seçerek aralarında ayrılmaz bir bağ kurulur. Anıtsal heykelleri Kosta Rika’nın kamusal alanlarında sergilenen sanatçı, Escazu şehrindeki aynı zamanda evi olan atölyesinde çalışmalarına devam etmektedir.

Küratör Yglesias’ın, köklerini doğadan alırken aynı zamanda evrensel bir dil kullanan ve “yüzyıllar boyunca tekrarlanan temalar onun yaratıcılığı sayesinde yepyeni bir anlam kazanır” dediği José Sancho’nun eserleri 6 Ağustos 2017 tarihine kadar Pera Müzesi’nde gezilebilir. 

"Günlerin Tortusu" Sergisi



Küratörlüğü Dr. Necmi Sönmez’in yaptığı “Günlerin Tortusu” sergisi güncel tavırların şekillendirmiş olduğu farklı sanat eserlerini bir araya getirmeyi hedeflemiş. David Abir, Ruby Anemic, George Barber, Olaf Otto Becker, Boomonn, Eelco Brand, Herbert Brandl, Laurent Bolognini, Kwan Sheung Chi, U-Ram Choe, David Drebin, Univesal Everyting, Beverly Fishman, Thomas Glassford, Peter Halley, Pascal Haudressy, Allard van Hoorn, Başak Kaptan, Michael Kenna, Ola Kolehmainen, Ellen Kooi, Sıtkı Kösemen, James Lecce, Renee Levi, MARCK, Domingo Milella, François Morellet, Ali İbrahim Öcal, David Allen Peters, Andrew Rogers, Paul Schwer, Keith Sonnier, Frank Thiel, Peter Vogel, Charles Xelot, Miao Xiaochun, Ekrem Yalçındağ, Jerry  Zeniuk, Zimoun, Beat Zoderer, Marina Zurkow , kendi kültürleri, yaşadıkları çevre içinde günlerin getirdiğine karşı tavır alan bir sanat eseri oluşturmuş.
“Günleri n Tortusu”, adını yazar Tomris Uyar’ın aynı adla yayımlanmış olan kitabından almış. Tomris Uyar, Günlerin Tortusu adlı kitabında 1980-1984 arasını kapsayan güncelerini yayımlamış. Günlükler, yaşanan  zamanın izdüşümleri olarak, hem tarihsel hem sosyolojik açıdan oldukça değerli belgeler. Uyar’ın Günlerin Tortusu kitabı, Borusan Contemporary’deki aynı adlı serginin çıkış noktası olarak, 2016’dan bu yana Perili Köşk’de düzenlenen etkinliklerde hedeflenen yaratıcı edebiyat ve çağdaş sanat birlikteliğinin, yeni bir noktasına gönderme yapmış. Daha önce Leylâ Erbil, Tezer Özlü, ilhan Berk’in kitaplarından yola çıkarak hazırlanan  koleksiyon sergilerinin devamı olarak hazırlanmış  “Günlerin  Tortusu”.
“Günlerin Tortusu” sergisi, 2011 yılında açılan Borusan Contemporary’nin altncı  yılına denk  gelen bir sunum. Sergi için hazırlanan kitapçıkta,” Tomris Uyar, açıkyüreklilikle yazan, bunu da samimiyetle yaptığı için abartıya yer vermeden kendisine, topluma, dünyaya bakabilen bir yazardı. Onun günlüklerini okuduğumuzda, aradan geçen onca  zamana rağmen tazeliğini yitirmemiş bir sesi, soluğu duymamızın nedeni bu samimi olma halidir. Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’nda bulunan eserlerin çıkış noktası olarak bu samimiyetin şeçilmesi yadırganmamalı. Önemli bir bölümü son beş yılda üretilmiş güncel sanat eserlerini bir araya getiren bu koleksiyon, yaşadığımız zaman karşısında, video, fotoğraf, ışık gibi teknikleri kullanarak tavırlarını, duruşlarını geliştiren sanatçıların deneysel çalışmalarından oluşuyor” diye açıklanmış.

Borusan Holding’in ve koleksiyonunun ev sahipliğini yapan Perili Köşk’ün yapımına 1910 yılında başlanmış. Köşk yapısı itibariyle teraslar hariç dört buçuk katlı olmakla birlikte, bitirilemeyen inşaattan dolayı ikinci ve üçüncü katı boş kalınca rüzgârın yarattığı uğultu, çevre sakinleri tarafından binanın “Perili Köşk” adıyla anılmasına neden olmuş. Diğer bir söylentiye göre de, binada peri gibi güel bir kız yaşadığı ve burada hayatını kaybettiği için bu ismi almış.
Binanın yenileme çalışmaları 1995-2000 yılları arasında mimar Hakan Kıran tarafından gerçekleştirilmiş ve Borusan Holding, köşkü 2030 yılına kadar kiralamış. 17 Eylül 2011’den itibaren bina haftasonları halkın ziyaretine açık çağdaş sanat mekânı olarak kullanılmaya başlanmış.
Borusan Contemporary, etkinliklerini yeni medya sanatı üzerinde yoğunlaştırmış. Yeni medya sanatı, dijital olarak üretilmiş imgeleri izleyiciye sunar. Video, fotoğraf, heykel ve ışık gibi birbirinden farklı tekniklerle üretilen çalışmaların en önemli özelliklerinden  biri de izleyicinin katılımına açık olmasıdır. İzleyici pasif bir rolü terk ederek katılımıyla sanat eserini şekillendirdiğinde, yaratıcı sürecin br parçası olur. Borusan Contemporary, yaratıcı süreci destekleyen davrını iki alanda yoğunlaştırmış Bunlardan ilki kişisel sergilerde, diğeri yse sanatçılara verilen proje siparişleri ve alımlarla oluşturulan koleksiyonlarda.
“Günlerin Tortusu”, “Sinan Projesi”, “Uvertür: Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’dan Yeni Eserler” sergisi ile binanın ana girişden üst kattaki terasına kadar binanın tamamımda gösterilen çalışmalar, koleksiyonun gövdesel bütünlüğünü izleyiciye sunuyor.

Sergi, Perili Köşk Borusan Contempory’de Cumartesi-Pazar  günleri 10:00- 19:00 saatleri arasında 3 Eylül 2017 tarihine kadar gezilebilir.