23 Mart 2018 Cuma

Sayat Uşaklığil ile röportaj



                                   


Galeri Kambur Arnavutköy’de “ Zamanlar Arası” sergisi ile sanatseverlerle buluşan Sayat Uşaklıgil’le 5 Nisan’ a kadar devam eden sergisi ve resimleri üzerine konuştuk. 

- Serginiz “Zamanlar Arası” hakkında bilgi veriri misiniz, anlatır mısınız?
5 Mart-5 Nisan 2018 tarihleri arası Galeri Kambur Arnavutköy’deki ‘’Zamanlar Arası’’ sergimi 2015-2018 yılları arası yaptığım çalışmalar oluşturuyor.  Resimlerde mekânsal ve zamansal zıtlıklar, geçmişin belleğinde kalan formlarla buluşuyor. Günümüz görsel algısının çok uzağından, en masum halleriyle ele aldığım nostaljik kadın figürleri bizi ‘şimdi’den koparıp tuvalin içinde yabancısı olduğumuz bir boyuta ışınlıyor. Geçmişe duyulan özlemi ve zamanın geçiciliğini absürd kolajlar halinde sunmaya çalıştım. Geçmişe ait figürlerin siyah beyaz olması yitip giden zamanı simgelerken, fonda kullanılan canlı renkler, hareketli nesneler kompozisyonun gerilimi arttırıyor.
-  “Memento mori – fani olduğunu hatırla” deyişi neler ifade ediyor sizin için, eserlerinize, serginize etkisi nasıl oldu?
Resimlerimde 40’lı 50’li yılların ikonlarını kullanıyorum. Zamanının en ünlü veya en popüler ikonlarıydı bu figürler. Şimdi ise sadece bir suret ve anı olarak fotoğraflarda yer alıyorlar. Bu figürleri resimlerimde baş rol olarak kullanmam memento mori deyişine işaret ediyor.
                                                                   

-“Geçmiş ve gelecek, geçmiş zamana ait güzellik figürleri, eski kitap illüstürasyonları, jelstler ve yüzler” bir anlamda resimlerinizde öne çıkanlar. Biraz açar mısınız bunları, Sayat Uşaklığil’ın eserlerini ve kullandığı imgeleri?
 Çizgi roman ve sinema benim ilgi alanlarım. Sinema afişleri, plak kapakları, eski dergiler hep cezbetmiştir beni. Zaten geniş bir film ve plak arşivim var . Eski olanı severim. Yaşanmışlığı vardır. Zamanın nasıl akıp geçtiğini de bizlere işaret eder. Ben sevdiğim ve ilgi duyduğum formları kullanmayı seviyorum resimlerimde. Eserlerimde kullandığım imgelerin çoğu geçmişte kalan ikonlar veya anılar. Eski bir mecmua kapağından fırlamış siyah beyaz figürler, belli olmayan zaman diliminde yerini almaya çalışırken, siyah beyaz ve renkli alanların çatışmasıyla sessiz bir kaos oluştururlar. Sanki resimde kullanılan nostaljik kadın figürleri bu dünyadan göçüp gitmiş ama başka bir zaman aralığında  varlıklarını sürdürürler.
-Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
Küçüklükten beri resim yapmaya düşkündüm. Hatta arkadaşlarımın bile resim ödevlerini ben yaparmışım. Lisede resim dersi yerine sanat tarihi dersi konmuştu. Sanat tarihi öğretmenim çizimlerimi görünce beni üniversitede güzel sanatlar okumaya teşvik etti.
- Resme bir konsept belirleyerek mi başlıyorsunuz ve nelerden etkileniyorsunuz?
Genelde sevdiğim ve ilgi duyduğum formları kullanırım eserlerimde. Resimlerim zamanla kendi içinde evrilir ve değişir. Her zaman bir önceki seriden mutlaka bir bağlantı görürsünüz resimlerimde. Yani bir önceki seri zamanla değişerek bir sonrakini oluşturur. Ama bunu hiçbir şekilde planlamam. Doğal çalışma akışı içinde olur tüm bunlar. Konseptimi resimdeki serüvenim oluşturur.
                                                         
- Sanat tarihinde sizi etkileyen sanatçılar kimler ve güncel sanattan takip ettiğiniz sanatçılar var mı?
Hepsini ayrı ayrı severim. Velazquez ve Arnold Bocklin’in yeri ayrıdır benim için. Çağdaş sanattan takip ettiğim sanatçılar arasında Neo Rauch ve Gottfried Helnwein bence muhteşem.
-Sanat geleneğiniz ve sanata bakışınız hakkında neler söylersiniz?
Ben daha fazla eskiye ve klasiğe dayalı bir anlayış kullanıyorum resimlerimde. Bu da klasik resmi çok sevdiğimden olsa gerek. Klasik resim dilini çağdaş bir dille harmanlıyorum. Kompozisyon anlayışımda da  kolaj mantığını çok görürüsünüz. Kolajın tuvale aktarılmış halidir resimlerim. Genelde tuval üzerinde çalışırken oluştururum kompozisyonumu. Başta çok net bir şey yoktur. Tesadüflere de yer vermek   resmi kuru olmaktan kurtarıyor . Resim sanatında eserlerin kendi gerçekliklerini ve duygusunu da oluşturması bence çok önemli. O zaman tuval beden halini alıyor bence.


Toprağın Mirası Sergisi


                                                            


Rezan Has Müzesi’nin  geniş arkeoloji koleksiyonundan özenle seçilerek  tasarlanan ve  toplumsal yaşamdaki gelişmelere paralel olarak değişip, şekillenen, antik dönemin günlük hayatına kapı aralayan “Toprağın Mirası” Rezan Has Müzesi’nin özel mekânında  sergileniyor. 
Anadolu’nun Neolitik Döneminden, yani yaklaşık 9 bin yıl öncesinden başlayarak sırasıyla Kalkolitik, Tunç, Demir, Yunan, Roma, Bizans ve Selçuklu dönemlerine uzanan kesintisiz bir kronolojik izlemle sunulan sergi,  geçmişin gündelik hayatından kesit; mutfak eşyaları, süs eşyaları, dini objeler, silahlar gibi objeler üzerinden geçmiş hayatlardaki sevinç, telaş, kaygı ve üzüntülerin aslında günümüzden pek defarklı olmadığını anımsatıyor.
Anadolu, insanlığın uygarlaşma serüveninde, bir başka deyişle, ilk köylerden karmaşık kentli yaşam biçimine ulaşmada önemli adımların atıldığı bölgedir. Günümüzden yaklaşık 9 bin yıl öncesinde başlayan bu süreci anlamaya çalışırken onlardan kalan izleri göz önüne tutarız ve bu sürecin en önemli tanıkları ise, şüphesiz insanın üretimi olan günlük araç-gereçtir.
Sergide, antik dönemlerde insanların gündelik hayatında kullandığı, yemeğini pişirdiği, suyunu, şarabını, zeytinyağını koyduğu, içinden yemek yeyip, içeceğini yudumladığı gündelik kaplardan, mezarlara armağan olarak bıraktığı kaplara ya da tanrılara sunulan adaklara değin pek çok obje geniş bir yelpazede sunuluyor.
NEOLİTİK DÖNEM (Yeni Taş Çağı) M.Ö 7500-5500: İnsanlık tarihinde önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde insanoğlu yerleşik yaşama geçmeye başlamıştır. Genellikle bitişik formda yapılan evlerden oluşan küçük köy tipi yerleşmeler görülür. Kuru tarım yapılmaya başlanmış, bu da ardından çanak çömlek yapımını getirmiştir. İnsanoğlunun kullandığı ilk kap kaçak, basitçe elde biçimlendirilmiş ve basitçe pişirilmiş kaplardır.  İçeriğinde yer  yer saman, dal parçaları gibi katkıların bulunduğu bu kaplar, eski insanların temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. İnsanlar artık mağaralarda yaşamıyor, belirli bir plan sergileyen evlerde oturuyor, hayvancılık yapıyor, tarımla uğraşıyordu ve bunları yapabilmek için gerekli ihtiyacı olan aletlerde taştandı.
 Koleksiyondaki el baltaları, obdisyenden çıkarılmış çeşitli tiplerde ve büyüklüklerdeki ok uçları, bu dönemlerin temsilcileridir.
KALKOLİTİK DÖNEM M.Ö 5500-3500: Bu dönemde taş alet üretiminden maden alet üretimine geçilmiştir ve her ikisi bir arada kullanılmaktadır. Dönem de adını maden alet yapımında kullanılan bakırdan almaktadır ve dönem sonuna doğru çeşitli biçimlerde baltalar görülmeye başlanır. Bu dönemde Mezopatamya’da gelişkin köyler ve yavaş yavaş ilk şehirler oluşmaya başlamıştır. Tarım faaliyetlerinin yanı sıra başka iş kolları da doğmuş, böylece toplum içinde iş bölümü artmıştır. Ürünün toplanması, depolanması ve korunması gibi faaliyetler de, rahip sınıfı ve yönetici kavramının oluşmasını sağlamıştır. Kalkolitik dönem insanları da Neolitik dönemlerdekiler gibi, elde keramik üretmeye ve bunları olasılıkla açık havada pişirmeye devam etmişlerdir.  Basitçe elde biçimlendirilmiş kap kaçağın yanı sıra, basitçe çentiklenerek bezenmiş kaplar da yapılmaya başlanmıştır.
Koleksiyonda, bu türden kaplara ait çeşitli örnekler  sergilenmektedir.
TUNÇ ÇAĞI M.Ö 3500-1200: Tunç (Bronz) %70 bakır ve %30 kalayın karışmından yapılan bir madendir ve kullanımın yoğunlaşması, insanlık tarihinde yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Maden alet yapımı ve kullanımının yaygınlaşması, peşinden yeni ve çok önemli değişiklikleri de beraberinde getirmiştir. Mühürlerden ve çeşitli kazılarda bulunmuş tabletlerden çıkarılan sonuçlara göre Assurlular ile yaşanan ticaretin Anadolu tarihi için en önemli sonuçlarından biri, Anadolu’nun yazıyla tanışmasıdır. Tunç çağlarında, Anadolu çömlekçi çarkı ile tanışmıştır. Çark kullanarak çok çeşitli formalara sahip keramikler  üretilmiştir. Bu durum, hem yiyecek türlerinde hem de pişirmede değişikliğin yaşandığını gösterir.
Müze koleksiyonunda, Tunç Çağı’nın zengin keramik örnekleriden çeşitli eserler sergilenmektedir.  Sergide ayrıca, Hitit dünyasından yakından bildiğimiz ayaklı ve ayaksız ancak gaga ağızlı kaplar ile boyunlu çömlekler Tunç Çağı’nda kullanılan kapların seçkin örnekleri arasındadır.
                                                             
DEMİR ÇAĞI M.Ö 1200-330: Bu dönemde, brozun yanı sıra alet yapımı ve kullanımı yaygındır. Metal kapları taklit eden pişmiş toprak sürahilerde, kulp eklentilerinde kabartma  süsler de yapılmaya başlanmıştır. Demir Çağı aynı zamanda, Anadolu’da çok önemli olayların yaşandığı bir dönemdir. Astronomi ve matematikteki keşifler, örneğin Pisagor teoremi, ilk güneş tutulmasının hesaplanması, felsefe ve güzel sanatlardaki başarılar, sikkenin bulunması gibi gelişmelerin yanı sıra, İskit, Kimmer  ve sonrasında Pers akınları gibi askeri seferler de yaşanmış ve bunlar da Anadolu kültürüne etki etmiştir.
Sergide, genellikle dinsel amaçlı, ancak bazen içki içmek için de kullanılan kâseler de bulunmaktadır.
ANADOLU’DA YUNAN ETKİLİ DÖNEM M.Ö 1350-30: Anadolu’da Demir Çağı içinde Kızılırmak kavisinin batısında yaşayan uygarlıklar için M.Ö. 1300-30 arası, Yunan etkili dönem olarak tanımlanır. Anadolu’ya batıdan Yunanistan ve adalar üzerinden gelen göç dalgaları, bu dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Özellikle M.Ö. 8. yy.dan itibaren diğer Akdeniz uygarlıklarıyla yapılan ticaretin de bir sonucu olarak, doğu kültürüyle batının kaynaşması mümkün olmuştur. Bunu en iyi sanatta izleyebiliyoruz. Anadolu’da Yunan etkili dönem, M.Ö.8-6.yy. arasında Arkaik dönem olarak tanımlanır. Antik çağ insanları, tıpkı bugün olduğu gibi, birbirinin kullandığı günlük eşyalardan haberdardı.
M.Ö. 5. yy’da başlatılan Klasik dönem ile birlikte, Akdeniz coğrafyasında yeniden değişimler yaşanmaya başlanır. Yunan-Pers savaşları başlar. Savaşın çeşitli aşamaları Anadolu topraklarında geçer. Anadolu’da Pers egemenliğinin görüldüğü bu dönem ‘Akhaimenid dönem’ olarak da tanımlanır.
Sergide Korinth’den aryballoslar, alabastronlar, Atina’dan bir yağ kabı olarak işlev gören lekythoslar, Batı Anadolu kökenli kuşlu kâseler, askoslar, sürahi işlevli oinokhoeler gibi, bir sofranın  tüm ögelerini içeren eserler bulunmaktadır.  Eserler arasında, kartal tepelikli, kapağının kenarında oturan hayvanların betimlenmiş olduğu tütsülük, Akhaimenid dönem sanatını yansıtan dikkat çekici bir örnektir.
M.Ö. 300 civarına gelindiğinde Makedonia’da yeni bir güç tarih sahnesine çıkar. Büyük İskender, tüm Yunanları bir araya getirmek maksadıyla güçlü bir imparatorluk kurmayı hedeflemiştir ve bundan Anadolu nkentleri de nasibini alır. Batı ile doğunun hemen her alanda kaynaştığı, bir potada eritilmeye çalışıldığı bu dönem, sanatsal açıdan önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Nüfus artışıyla birlikte,keramik yapımında kalıp kullanımı artmış, bu sayede zenginlerin masalarını süsleyen gümüş kabartmalı kaplar, orta sınıf halkının masasında keramikten yapılmış taklitleriyle yer bulmaya başlamıştır. Bunun en güzel örneklerini “Megara kâseleri” adıyla da bilinen kabartmalı içki kapları oluşturur.  Sergide, bu türden kapların çok çeşitli versiyonlarına yer  verilmiştir.
                                                                

ROMA DÖNEMİ M.Ö.I.yy – M.S 4.yy:  M.Ö.30 yılı, dengelerin tekrar değiştiği, Akdeniz havzasında gücün merkezinde bu kez Romalıların yerleştiği bir sürecin başlangıcıdır. Roma İmparatorluğu döneminde, mimari açıdan yeni teknik gelişmeler mimari yapıların biçimlenmesinde faktör olmuştur. Heykeltıraşlık, keramik, resim sanatı gibi sanat dalları, önceki dönemlerden farklı, kendine has bir tarzda gerçekleşmiştir. Önceki dönemlerde tercih edilen siyah astar veya kabartmalı kaplar yerini kırmızı, kaliteli astarlı kaplara bırakmştır. Sergide kaliteli kırmızı Roma keramiklerinden çeşitli formlarda örnekler sunulmuştur. Önceki dönemlerin aksine, Roma döneminde cam üfleme tekniği keşfedilmiş ve bunun ardından hızla cam kap yapımı başlamıştır. Böylece sofralarda cam bardaklar, sürahi ve kadehler kullanılır olmuştur. Koleksiyonda Roma Dönemi cam eserlerinden bir seçki de yer almaktadır.
                                                               

BİZANS DÖNEMİ M.S  4.-15.yy:  M.S. 4.yy.dan 15.yy. ortalarına kadar hüküm süren Bizans İmparatorluğu, sınrlarının en geniş olduğu 6.yy.’da Akdeniz ve çevresindeki tüm topraklarla birlikte, Trakya, Balkanlar, Kırım ve Rusya’ya değin uzanan bir coğrafyaya yayılmıştı.
Bizans uygarlığının çeşiti eserleri sergide sunulmaktadır. Birden çok kandili bir tepsi gibi taşıyan polykandelalar, çeşitli tiplerde kap kaçaklar, kandiller, patera ve tabaklar, uygarlığın sadece dinsel değil, günlük hayatını da ansıtan nesneler arasındadır. Dinsel hayatın ayrılmaz bir parçası olan ve hacı yağı şişesi olarak da adlandırılabilecek ampullalar, üzerlerinde Hıristiyanlık inancından kutsal kişilere ait betimlerin bulunduğu tılsımlar ve çeşitli haçlar da serginin seçkin eserleri arasındadır.
                                                                 
İSLAMİ-SELÇUKLU DÖNEMİ M.S 9.-13.yy: Selçuklu dönemi maden sanatında, çeşitli tekniklerin uygulandığı ve üretilen eserlerde farklı kültürlere ait izler taşıyan motifler görülmektedir. Özellikle Konya ve Artuklular bölgesindeki atölyeler maden sanatının önemli merkezleri konumundadır.
Çinicilikte önemli eserler veren Selçuklu döneminde, pişmiş toprak keramik sanatı ile ilgili çok büyük bir gelişme görülmemektedir. Maden ve keramik sanatının yanı sıra Selçuklular çini, alçı, cam ve minyatür sanatlarında da etkindirler. Bunların haricinde ahşap işçiliği ve halıcılık da Selçuklu dönemini yansıtan iki önemli sanat koludur. Koleksiyonda, Selçuklu ve İslami dönemden çeşitli kandiller, tabaklar, tabak ve mataranın yanı sıra, duvar çinisi, çeşitli cam kaplar ile buhurdanlık, tılsım gibi dini nesneler de sergilenmektedir.
Proje Koordinatörlüğünü Zeynep  Çulha’nın yaptığı ve 300’e yakın eserin bulunduğu  sergi 31 Ekim 2018 tarihine kadar sanatseverler tarafından ziyaret edilebilir.
*Sergi kitapçığı kaynak olarak kullanılmıştır.

Gazi Sansoy'la "Dönemler" sergisi üzerine röportaj







Gazi Sansoy’un,  2008-2018 yılları arasındaki çalışmalarını kapsayan “Dönemler” isimli kişisel sergisi Anna Laudel Contemporary’de açıldı.  Resimleriyle izleyiciyi hem düşünmeye hem de sanat tarihini yeniden değerlendirmeye teşvik eden Sansoy ile 16 Şubat’a kadar sürecek son sergisi ve resimleri üzerine konuştuk.
10 yıllık çalışmalarınızı 5 farklı başlık (“Çıplak ve Örtülü Öyküler”/ “Arabex”, “Yüzsüzler- Minyatürler”, “Kutsal Süt” ve “Dün, bugün, yarın, İstanbul, Dervişler”)  altında sergiliyorsunuz.  Bir anlamda retrospektif  sergide diyebiliriz. Dönemler, başlıklar, sergi hakkında bilgi verir misiniz?
Son on seneyi baz alarak hazırladık sergiyi. Ondan öncesi de var aslında ama  2008 başlangıç olsun dedik.  “Çıplak ve Örtülü Öyküler”serisini zor bir teknikle yapmıştım. Aydıngerleri boyayıp, ahşap plakaların üzerine presliyordum. İlginç bir zamanın işleri. Daha sonra “Arabesk”  serisi geldi. Aynı tekniği bu sefer tuvalin üzerinde çalıştım. Spontan yapılması gereken işlerdi. Tamamen anlık, hassas. Ardından 2010’da “Minyatürler” serisi geldi, eş zamanlı “Yüzsüzler” başladı. Figürleri kestiğimde o boşluk, leke dikkatimi çekti. Klasik resimlere uyguladım. İlk başlarda figürlerin yüzleri yok, daha sonraları yüz hatlarını ekledim. “Kutsal süt” serisi geldi ardından. “Meryem ve Çocuk İsa”-emzirme sahnesi. Bütün eski dönem sanatçıların baş konularından biri. Bazıları resimlerde  Çocuk İsa ve Meryem’in ifadelerindeki fark, ironi  dikkatimi çekti. Son olarak “Dün, bugün, yarın, İstanbul, Dervişler” serisi var.  Bu seri, aile geçmişime göndermelerinde olduğu çalışmalardan oluşuyor.
2-Osmanlı döneminde hiciv alanında ün salmış isimlerin olduğu köklü bir aileden geliyorsunuz. Anlatır mısınız, tanıyalım ailenizi?
Babam anlatırdı, büyük dedem “Müderris Ziya Bey” o dönemler için önemli işler yapmış. Fransızcası çok iyi olduğu için “Frenk Ziya” da denirmiş. Fransa elçiliğinde çalışmış.  Milli Eğitim Bakanlığından madalyaları var. Akaretler’deki özel ilk kız mekteplerinden birinin kurucusu. “Mürüvvvet” isimli bir gazete çıkarıp, dönemin hükümdarı Abdülhamit’i eleştiren yazılar yayınlamış. Fizan’a sürülmekten akrabası sayesinde kurtulmuş. Daha sonraları  Kızıltoprak’ta evlerinde fotoğrafçılıkla ilgileniyor, kolonya ve yeni parfürler üretiyor. Resme ve müziğe ilgisi var. Besteleri de varmış. Ziya Bey bir dönem Galata’da Mevlevihane’ye gidiyormuş. Vefat etmeden öleceği günü bilmiş, 64 yaşında vefat ettiğinde Mevleviler, Kızıltoprak’a gelip cenazeyi kaldırmışlar. Bu bilgiler yayılınca da  1970’li yıllara yani çevre yolu yapılıp mezar taşınana kadar başında  dualar  okunup, mumlar  yakılmış.
3-Ailenizin resim dilinizin oluşmasında etkileri oldu mu?
 Mevlevileri çok kullanıyorum resimlerimde büyük ihtimalle genetik kodlardan gelen şeyler var tabi
4-Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?
Hayalperest bir çocuktum. Sanatın bir dalı ile uğraşacağım kesindi. 11-12 yaşlarında keman dersi almaya başladığımda normalde çaldığım parçaları etrafımda  yabancı biri olduğunda heyecandan çalamadığımı fark ettik. Bu durumda spontan yapılan sanat dallarını yapamayacağımı anladım. Lisedeyken okula giderken ayaklarım geri geri giderdi, ne zaman akademiye girdim rahatladım. Zevkle okula gitmeye başladım. Bilinçli bir seçimdi benim ki. Benim dönemimde güzel sanatlar lisesi olsaydı kesin orada okurdum.

                                                               

5- Lale Devri’nin ünlü ressamı Levni’nin minyatürlerinin merkezde olduğu, arka planda magazin figürlerinin ve Batı resminin önemli isimlerinin olduğu bir seri resminiz var. Levni’ye olan ilginiz nasıl başladı?
 Surname-i Vehbi  kitabını gördüm. Osmanlı sanatının büyük ustası, nakkaş-ressam Levni’nin başyapıtı. Levni,  III. Ahmet’in şehzadeleri için 1720’de  yaptırdığı ünlü sünnet düğününü, Osmanlı geleneği içinde, klasik dönem minyatürlerini gölgede bırakan bir üslupla kağıda dökmüş. Kompozisyonlar, figürlerin ifadeleri beni çok etkiledi. Fügürlerin hepsinde ayrı ifadeler, giysilerin detayları.  “Bunlarla bir şey yapmam lâzım” dedim. Klasik presleme ile başladım önce, istediğim etkiyi vermedi. Sonra kolajlar yaptım. İstediğim etkiyi almak için farklı teknikler denedim. Bilgisayar ortamında birleştirince, farklı mekan ve zamanlar bir araya geldi. Zıtlıktan doğan bir çekişilik oluştu. Yani herşey kitabı görmemle başladı ve sonrasında güzel işler çıktı.
6-Farklı resim teknikleri kullanıyorsunuz. Aslında biraz bahsettik ama tekniğiniz konusunda da bilgi verir misiniz?
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik bölümü mezunuyum . Baslı resim çıkışlı olmamın kullandığım teknikler üzerinde etkisi olduğunu düşünüyorum.  Her türlü tekniği- teknolojiyi kullanmaya çalışıyorum. Aslına bakarsanız  boya da tenoloji, fırçada teknoloji, bilgisayarda teknoloji. Onlar orada duruyor, onları birleştiren bir el ve akıl. Her türlü malzeme kullanılabilir. Fikirdir önemli olan, neyle yaptığın değil, ne yaptığındır aslında eleştirilecek olan.
7-Rönesans ressamlarının resimlerinden detaylar,sanat tarihinin önemli eserlerine yaptığınız dokunuşlar, sanat tarihine tekrar ve farklı bir bakış eserlerinizde daha çok gördüğümüz dönemler. Sanat tarihinde sizi etkileyen sanatçılar kimler? Güncel sanattan takip ettiğiniz, sanatçılar var mı?
Caravaggio, Tiziano, Rafael’i, Kuzey Flaman ressamlarını, yağlıboyayı ilk kullanan ressam Jan van Eyck’ı çok severim sonra Bruegel, Pollock, Warhol’u ayrıca  Edward Hopper’in sakin, tuhaf mekan duygusu çok hoşuma gitmiştir ve bu liste böyle uzar.  Ülkemizde de çok iyi sanatçılarımız var. Ergin İnan, Adnan Çoker, Mehmet Güleryüz, Ömer Uluç ve pek çok önemli isim var sevdiğim, takip ettiğim.
8-Genelde seriler yapıyorsunuz. Nasıl başlıyorsunuz serilere?
Araştırma yapıyorum. Biri diğerini tetikliyor. Devamlı kitaplar inceliyorum, güncel sanatı takip ediyorum, sanat tarihini inceliyorum. Bazen rüyamda gördüklerimi uyguluyorum. Bazen bir kitap (Sürname’de olduğu gibi), bazen bir kütük (Bereket Tanrıçası heykelinde olduğu gibi) tetikleyici oluyor.
9-Doğu- Batı sentezi, Batının geçmişi-bugünü, çıplaklık-örtünme gibi karşıtlıklar var eserlerinizde. Mizah ve erotizm, güncel - siyasi temalar ön planda.  Geçmiş ve günümüzle ilgili çok araştırma yapıp yakından takip ediyorsunuz.  Yeni çalışmalarınız, serileriniz, sizi etkileyen bu konuyu da işlemek istiyorum dediğiniz olaylar var mı?
Bu coğrafyanın özelliklerini, batı ve doğu arasında köprü olmamızın izlerini yansıtıyorum. İyi ki burada yaşıyorum. Yaşadıklarımızı görsel hafızaya alıyorum. Önemli olan bunları, yaşadıklarımızı avantaja döndürmek. Yaşadıklarımı resim diline döküp kayıt altına alıyorum bir anlamda.
Bir tarafım eskide yaşıyor. Tezhip ağırlıklı geleneksel süsleme sanatları ile birşeyler yapmayı düşünüyorum. Tezhip ve Pop Art’ı bir araya getiren seri çalışmasına başladım.
                                                             

10-Günümüz resim ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz, güzel sanatları seçmek isteyen, ressam olmak isteyenlere neler söylersiniz?
Plastik sanatlar bir  maraton işi, uzun soluklu. Yürek işi eğer, yüreğinde bu ateş varsa olur. Sonuna kadar sabırlı,  araştırarak, dar bir pencereden bakmadan, istekle çalışma istiyor bu iş. Psikolojik olarak da çok güçlü olman lazım. İki iş yapıp tamam oldu dememek ya da tam tersi -bir şey olmaz bundan- dendiğinde pes etmeden çalışmak gerekiyor.
11-Sergide üç boyutlu çalışmalarınızda var. Çıkış noktalarını, hikâyelerini öğrenebilir miyiz?
“Kutsal Süt“ serisi yaparken marangoz ustası getirdi ıhlamur kütüğünü. “Aynı kadın vücuduna benziyor, sana ayırdık” dedi. Üç sene çalıştım üzerinde. Yine pek çok araştırma yaptım, miğferleri inceledim. Yani atılmış bir kütüktü aslında  “Bereket Tanrıçası Anadolu Artemisi”. “Boyacı Sandığı”nı okulda gravür yaparken çok basit şekilde çıkarmıştım Sonra fuar için tekrar çalışmaya başladım. Laleye dönüştürdüm. Üç parçadır. Üstüne desenini çizdim. Kapalı çarşıda usta ile çalıştık, sonra  atölyede ayrı olarak tekrar çalıştım parçaları. Oryantal libido- boyacı sandığının metamorfozu. Son iş de “Deliler ülkesi” isimli çalışmam. Son günlerde yaşadığımız kentsel dönüşüme gönderme . Bir anlamda  betonunuza nazar değmesin, betona tapanlar ülkesi.
12- Son olarak serginize fotoğrafçı, video sanatçısı ve besteci Balamir Nazlıcan’ın “Unconcealment” adını verdiği ve  kısa film serisi kapsamında çektiği sanatınızı icra edişinizi konu alan kısa filmde eşlik ediyor. Bu kısa film hakkında da sizden bilgi alabilir miyiz?
Sergiden 1,5 ay önce tanıştık, anlaştık, 20 gün devamlı  çalıştık, yaşadıklarımı, hikayelerimi anlattım ve en son bu noktaya geldik. Sergiye de çok büyük katkısı oldu. Belgesel nitelikli, görsel belge. Benim ruhumu, anlattıklarımı yorumladı ve ona göre kurguladı.


-


30 Ocak 2018 Salı

Fuat Sevimay'la röporatj


Fuat Sevim’yla  son kitabı “Kapalıçarşı” ve çevirisini yaptığı James Joyce’un “Finnegans Wake”i  üzerinden  çeviri, edebiyat ve yazı serüvenini konuştuk.

                                                          



-James Joyce’un 1939 tarihli çevrilemez denilen eseri “Finnegans Wake”i “Finnegan Uyanması” olarak çevirerek, “Finnegans Wake”in geceye ve düşlere açılan, dilleri ve tarihleri bir araya getiren cümlelerini Türkçe söylemekteki yaratıcılığı, cesareti ve oyunculuğu gerekçesiyle İstanbul Kültür Vakfı’nın Talat Salman Çeviri Ödülü’ne layık görüldünüz. Öncelikle sizi tebrik ediyorum ve sorularıma bu konuyla ilgili başlamak istiyorum. Süreci ve duygularınızı anlatır mısınız, nasıl karar verdiniz, neden bu eseri seçtiniz?
Ben seçmedim de Finnegan kafası kıyakken dönüp dolaşıp beni buldu belki de. Joyce’un birkaç eserini çevirmiş ve “Finnegans Wake” dışında tüm külliyatını birkaç kez okumuştum. Nedir bu okunamaz, anlaşılamaz, çevrilemez Finnegan diye başlayan okuma serüveni içinde, bir süre sonra kendimi metni çevirirken buldum. James Joyce’un eşsiz dehasının kıvrımlarında dolaşmak ve onun kurduğu olağanüstü yapıyı Türkçede karşılamak öyle keyifli, öyle zor, öyle kışkırtıcıydı ki nasıl sürdü nasıl bitti, şimdi geriye dönüp baktığımda rüya gibi geliyor. Bakiye kalan duygu, dünya edebiyatının en sıra dışı metninden aldığım olağanüstü haz ve okurların beğenisinin verdiği mutluluk.
- “Kapalıçarşı” romanınızı 2012 yılında yazmışsınız, 2015 yılında Ahmet Hamdi Tanpınar Roman Yarışması’nda ödül almış ve 2017’de de basılmış. Taşların dile geldiği, farklı on dört insanın yolunun kesiştiği, Oğuz Atay, Latife Tekin, İhsan Oktay Anar, Ahmet Hamdi Tanpınar’a uzanan birçok önemli ustanın izlerini bulduğumuz “Kapalıçarşı”yı yazmaya nasıl karar verdiniz? Ne kadar zamanda yazıldı, kaynak olarak neler okudunuz, araştırma yaparken karşılaştığınız ilginç bilgiler oldu mu?

Kapalıçarşı’yı aslında ilk önce, toy zamanımda, öykü olarak yazmıştım ama içimde hep öyle bir kurgunun aslında, zaman aralığı ve zenginliği nedeniyle romanı hak ettiği fikri vardı. Öykü değersizdir değil kastım, ama hani öykü daha ana dair bir şeydir ya. Kapalıçarşı gibi asırları ruhuna sindirmiş bir mekânın roman formunda kendini daha iyi ifade edeceğini düşündüm. Bende kaba metnin yazılma süreci genelde çok kısadır ve “Kapalıçarşı”yı da iki ayda yazdım ama sonra tabii defalarca dönüp dönüp bakma şansım oldu.
Kapalıçarşı Derneği’nin sağladığı çarşıya dair kaynaklardan çok yararlandım. Esnaf örgütlenmesi ve Ahiliğin tarihçesi için Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Fütüvvet Teşkilatı” eserini inceledim. Daha birçok dönem metniyle hemhal oldum ama kurgunun oluşmasındaki ana temel kişisel tarih bilgimdi. Ben o resmi tarihi alıp, bize yani insana değen eğlenceli bir tarih haline getirmeye çalıştım. Öylece Kristof Kolomb’un kardeşiyle Baba İlyas’ın torunu buluştu. Öylece Civan oldu Giovanni.

 -Hayatınızda yazdığınız ilk öykü de Kapalıçarşı üzerineymiş. Ne zaman yazmıştınız? Sizi Kapalıçarşı’ya bağlayan özel bir anınız, hikâyeniz var mı?
Öyküyü 2010 yılında yazmıştım. Ortaokul ve lise yıllarında, yaz aylarında Kapalıçarşı’da çalışmışımdır. Ta o zamandan gelen bir gönül bağı var ama kişisel bağın ötesinde, Kapalıçarşı gibi sembol mekânların, toplumsal birlikteliğin saçma sapan siyasi hesaplar yüzünden büyük erozyona uğradığı günümüzde, toplum olma ve ortak paydaların tadını çıkarma gibi unutmaya yüz tuttuğumuz değerlerin hatırlatılması için çok uygun birer imge olduğunu düşünüyorum. Kapalıçarşı’yı romanın merkezine koymamın sebebi de buydu.
-Tarihi olmayan ama tarihte geçen bir roman olarak özetliyorsunuz “Kapalıçarşı”yı. Romanda bir mekân olarak değil, anlatıcı olarak kitabın merkezinde Kapalıçarşı. “Kapalıçarşı”daki edebiyat mekân ilişkisi hakkında neler söylersiniz?

Tarihi değil, çünkü resmi tarihin soğuk tarafıyla bir ilintisi yok romanın. Sağdan soldan gelip yolu Kapalıçarşı’ya düşenlerin eğlenceli hikâyesi bu. Bir anlamda kendi tarihini yaratan bir metin. Yukarıda da belirttiğim gibi, bizi bir araya getiren mekânların edebiyatta seyrek işlendiği fikrinden hareketle yazıldı bu roman. Neden bir arada olduğumuzu ve birlikte, her türlü fikre saygıyla nasıl daha huzurlu yaşayacağımızı hatırlamamız için, bu birlikteliği sağlayan mekânların edebiyatta daha çok işlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve sadece Kapalıçarşı gibi albenili mekânlar değil kastettiğim. Fabrika, mahalle, okul, meydan gibi olguların edebiyatın merkezinde olmasını arzularım. Seyrek örnekleri dışında mekânı göremiyoruz. Gezi Parkı’nın ele gelir bir romanı halen yazılmadı sanırım. Mekân önemli. Çok önemli.

- O dönemin dilini okuyucunun zorlanmadan okuyabileceği bir dile nasıl çevirdiniz? Bunun için özel bir çalışmanız oldu mu? Ayrıca ironi ve mizah bir arada “Kapalıçarşı”da. Nasıl bir yol izlediniz, konuya uygun anlatım dili mi, yoksa tekniğe uygun konu mu?

Romanın genel dili büsbütün günümüz Türkçesi. Ağdalı bir dile kaçmak istemedim hiç, çünkü derdim, okurun romanı, romandaki kişiler gibi yaşayıp hissetmesi idi. Günlük, samimi, mizahi bir dil tutturmaya çalıştım. Araya serpiştirdiğim kimi dönem terimlerinin de okumayı aksatmamasına özen gösterdim. Bunu İhsan Oktay nefis yapar. Arada dönem jargonundan birkaç kelime okuruz ama hiç de bölmez okumamızı o kelimeler. Sanki hayatın içindendir tüm cümleler. Dönem dilini tutturma konusunda, çok sevdiğim İhsan Oktay’ın yaptığını yapmaya çalışmışımdır olsa olsa. Becerebildiysem ne mutu bana.

-Nelerden, kimlerden esinlenirsiniz?

Hep söylediğim bir şey vardır. Edebiyatla haşır neşir olmadan önce hayatım hep plazalarda, şirketlerde geçti ama bana bir plaza metni yaz deseniz yazamam. Çok iyi bilirim oraları ama duygusunu içselleştirmemişimdir. Öte yandan beden gücüyle çalışmadım hiç ama bir sürü işçi öyküsü yazdım, çünkü oradaki duygu, insanın sömürülmesi, alın teri gibi şeyler yüreğime dokunuyor. Yazdıklarıma esin kaynağı işte bu duygu. Çeviri için Dublin’de kaldığım sürede bir öykü yazdım. O da evsiz bir Dublinli hakkında. Yani esin kaynağım hep bana değen şeyler. Kimlerden esinlenirim? Oğuz Atay’dan, anneannemden, Neşet Ertaş’tan, köy kahvelerinden, Leyla Erbil’den, bütün kuşlardan ve Şeyh Bedrettin’den.

- Türk edebiyatı ve çeviri üzerine dersler veriyorsunuz. Atölyelerde incelediğiniz kitapları, yazarları nasıl seçiyorsunuz? Türk edebiyatının günümüzdeki durumu hakkında, yeni yazarlar, kitaplar hakkında neler söylersiniz?

Çeviride işim biraz daha kolay. Bildiğim yerden yani James Joyce’tan anlatıyorum. Örneklerim çoğu zaman ondan ama tabii çevirinin mantığını falan da konuşuyoruz.
Ama benim daha çok konuşmayı sevdiğim şey Türk edebiyatı çünkü Türkçe edebiyat, birçok ülkenin edebiyatı gibi korkunç bir kültür emperyalizmi baskısı altında. O nedenle, çok sevmeme rağmen önceliği yabancı yazarlara değil, Türkçe yazarlara veriyorum. Çoğu zaman da postmodern yazarlarımız, kadın yazarlarımız, Köy Enstitülü yazarlarımız vesaire gibi bir başlık altında anlatmayı tercih ediyorum.
Çağdaş Türk edebiyatı bence olağanüstü başarılı. Harika metinler geliyor. Hem öyküde hem romanda. Elbette çok değerli yabancı yazarlar var ve keyifle okuyoruz ama öte yandan kıyamet gibi fasarya çeviri de burnumuza dayatılıyor. İyi yabancıları bir yana ayıralım ve mutlaka takip edip okuyalım. Ama dandik yabancıların bokunda boncuk aramak, sırf kapakları janjanlı diye peşlerine düşmek yerine okur çağdaş Türk yazarların izini sürse, müthiş lezzetli kalemlerle ve kitaplarla tanışabilir.

- Henüz çevrilmemiş hangi kitabı çevirmek istersiniz?
Benim at koşturduğum alan İngilizce veya İtalyancadan Türkçeye çeviri ve bu alanda açıkçası, “Finnegan Uyanması” ve “Ulysses”i çevirmişken, üstüne aman şunu da çevireyim diye bir tutkuya sahip değilim. Öte yandan, bugün değil ama belki ilerde Türkçeden İngilizceye roman çevirebilirsem çok mutlu olurum. Çağdaş Türkçe metinlerin dünyada da daha çok okunmasını arzularım.

- Çeviri yaparken geçirdiğiniz süre sizin öykü, roman yazmanızı nasıl etkiliyor, daha doğrusu etkiliyor mu?

Tabii ki etkiliyor. Hem çeviri hem de yazarlıkla uğraşıyorsanız, bu iki meşgale birbirlerine kuma gözüyle bakıyor. O nedenle ben, son beş yılımı bolca çeviriye adamışken, artık oturup uzun süredir aklımda dönen romanımı yazmak istiyorum. Elimdeki işleri halledip yaz sonu romanın başına oturabilirsem benden güzeli yok şu dünyada.

- Son olarak, yazar adaylarına ve iyi okuyucu olmak isteyenlere önerileriniz nelerdir?
Yazar adaylarına okumalarını ama öyle laf ola beri gele değil, metnin nedenini niçinini didik didik ederek okumalarını, önemli yazarların metinlerinde kişileri, mekânları, dili, olay örgüsünü nasıl ele aldıklarını anlamaya çalışmalarını tavsiye ederim.
İyi okur olmak isteyenlere de yazar, çevirmen ve yayınevi takip etmelerini öneririm. Teşekkürler.



7 Ocak 2018 Pazar

Biraz Ağır Olmuştu

                                                                                                                        Albert Camus'ya...


Kahvemi alıp, çantamdan kitabımı  ve not defterimi çıkardığım sırada ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Sakin, sessiz  ve klimalı  yerde kitabımı okuyup, notlar alacaktım. Bir anda yan masadaki adamı fark ettim. Bu masa boş değil miydi? O sırada adamın da  elimdeki kitaba baktığını gördüm. “Sisifos Söyleni”.  İşte en sinir olduğum şey başıma gelmişti. - Bakın ben kitap okuyorum, hatta böyle kitaplar.-
Sisifos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya düşecekti hep” diye yan masadan konuşmaya başladı adam.  Ama böyle sahneler genellikle dizilerde olur. Esas kız veya oğlan kafası dalgın sahile gider, orada bir balıkçı veya yaşlı bir adam ders ve bilgi dolu sözlerle kahramanımıza doğru yolu gösterir birkaç cümle söylemeye başlar. “Evet bu arada sadece festival filmleri ve belgesel seyretmiyorum,  dizi de seyrediyorum.”
“Tanrılar Sisifos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi.  Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı.  Sisifos yeryüzüne dönmek için Pluton’dan izin alır. Ama bu Dünya’nın yüzünü yeniden görünce, suyu ve güneşi, sıcak taşları ve denizi tadınca, ruhlar ülkesinin karanlığına dönmek istemez artık. Çağrışımlar, öfkeler, gözdağları, hepsi boşa gider. Daha birçok yıllar, körfezin eğrisi, pırıl pırıl deniz ve yeryüzünün gülümsemeleri  karşısında yaşar. Tanrıların bir karar vermesi gerekmektedir. Mercure gelip pervasızın yakasına yapışır, sevinçlerinden kopararak zorla ruhlar ülkesine götürür onu, burada kayası hazırdır.” Adam anlatmaya devam ediyordu. O anda da aklıma Woody Allen’ın “Paris’te Gece Yarısı” filmi gelmişti. Gece yarısı Paris sokaklarında da değildim. -Bu arada Woody Allen filmleri seyrettiğimin de altını çizmiş oldum.-
“Tanrıları hor görmesi,  ölüme kin duyması, yaşam tutkusu, tüm varlığı hiçbir şeyi bitirmemeye yöneltildiği  bu anlatılmaz işkenceye mal olur. Yeryüzünün tutkuları için ödenmesi gereken pahadır bu” diyerek devam etti adam.
“Sisifos en uyumsuz kahramandır.” Diyerek cevabı verdim ben de. Oh be! Biz de kitabı okuyorduk herhalde, elimizde süs olarak taşımıyorduk. Ezbere daha uzun cümle gelmemişti aklıma ama olsun.
“Sisifos bu dönüş, bu duruş sırasında ilgilendirir beni. Böylesine taşlarla baş başa didinen bir yüz, taşın kendisidir şimdiden! Bu adamın ağır, ama eşit adımlarla sonunu göremeyeceği sıkıntıya doğru inişi gözlerimin önüne geliyor. Bu saat, bir soluk alışı andıran, tıpkı yıkımı gibi şaşmaz bir biçimde geri gelen bu saat, bilincin saatidir. Tepelerden ayrıldığı, yavaş yavaş tanrıların inlerine gömüldüğü saniyelerin  her birinde, yazgısının üstündedir. Kayasından daha güçlüdür.”
Bu ağır olmuştu ama. Allah’ım adam Sisifos Söyleni’ni ezbere biliyordu. Şaka mıydı acaba bu olanlar? Kim bana böyle bir şaka yapar, ya da yapabilir?  Buraya geleceğimi, bu kitabı okuduğumu ve onun üzerine çalıştığmı kimler biliyordu? Kim bilir, diyerek ardından da reklam içerikli espiri yapacaktım ama neyse. Ayrıca böyle bir adamı tanıyan ve beni tanıştırmayan birileri varsa  onlarla ilgili de arkadaşlığımızı gözden geçirmem gerekecek.
“Gene Sisifos’u kayasına dönerken getiriyorum gözlerimin önüne, acı başlangıçtaydı. Yeryüzünün görüntüleri usa fazla takıldığı zaman, mutluluğun çağrısı fazla ağır bastığı zaman, insanın yüreğinde keder yükselir; kayanın yengisidir bu, kayanın ta kendisidir.”
Hayır, adam susmuyordu.  O anda kitabı açıp en uzun paragrafı nefes almadan yüksek sesle okumak istedim. Ayrıca kitabın neden sadece Sisifos Söyleni’nden cümleler söylüyordu, bir işaret miydi?
 “Sisifos Söyleni üzerine kurmaca yazmaya çalışıyorum” dedim. Niye söylediğimi de bilmiyorum ama.
Hafif bir gülümseme ile yüzüme baktı.  Bu gülümseme de ağır olmuştu. Masadan kalktı, sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdi, paltosunun yakasını havaya kaldırıp kapıya doğru ilerledi.
Bu yakışıklı adam, bu sıcakta neden palto giymşiti ve sigara içilmeyen mekanda nasıl sigara içiyordu?

Ömür






1 Ocak 2018 Pazartesi

BANA BAK!

                           
                                                             
                                               
                                   

                “la Caixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Portreler ve Diğer Kurmacalar
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, çağdaş sanat alanında dünyanın önemli koleksiyonlarından birine sahip olan “la Caixa” Vakfı işbirliği ile Bana Bak! “la Caixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Portreler ve Diğer Kurmacalar sergisini ülkemiz sanatseverleriyle buluşturuyor. Küratörlüğünü  Nimfa Bisbe Molin’in üstelendiği sergi, son derece insani ancak psikanaliz, psikiyatri ve felsefe bağlamında  bir o kadar da gizemli ve karmaşık bir alan olan portre sanatı ile kimlik ve temsiliyet sorunsalına, aralarında Basquiat, Boltanski, Nauman, Sherman, Muñoz, Wearing ve Tàpies gibi isimlerin de yer aldığı dünyaca ünlü 22 sanatçının, resimden fotoğrafa, heykelden videoya uzanan geniş bir yelpazede üretilmiş 30’u aşkın ilginç yapıtı üzerinden yeni ışıklar tutuyor.
Sergide “la Claixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan seçilerek bir araya getirilen eserler, toplumsal bir ayna gibi bakışlarımıza karşılık veriyor. Bu aynada, ezelden beri kafamızı kurcalayan sorular sorarken buluyoruz kendimizi: Bunlar da kim? Onlar hakkında ne düşünüyorum? Ben kimim? Onlar benim hakkımda neler düşünüyor?
Bakışların, izleyiciyi gözlem yapmaya davet etmek, aynı zamanda bu toplumsal aynada, yani portrede yansımasını sağlamak maksadıyla bir araya geldiği bir kavşak olarak tasarlanmış sergi ve Bana Bak! başlığı altında “la Caixa” Koleksiyonu’na ait resim, fotoğraf, heykel, video çalışmalarından oluşan bir seçki aracılığıyla çağdaş sanat içindeki portre türünü inceliyor. Sanatçıların öznelliği ve zamanımızın farklı insan kimliklerini ele almak üzere kullandığı çeşitli temsil stratejilerini ortaya koyuyor. Koleksiyon otuz yılda günümüz toplumuna ait bilinci artırmak ve eleştirel bir bakış sunmak üzere çağdaş sanat yapıtları arasından derlenmiş. 
Sergi, portreyi ele almak üzere, farklı ilgi alanlarını ve biçimleri birbirinden ayıran dört tematik bölümden oluşuyor.
Sahnelenen Duygular; Gözler ruhun aynasıdır derler. En mahrem düşüncelerimiz gözlerimizden okunur; sahici ya da sahte, kendiliğinden ya da denetlenmiş tüm duygularımız gözlerimize yansır. Tarih boyunca sanatçılar duygularımızı öylesine incelikli bir şekilde sınıflandırdılar ki şimdi her birinin kendine ait bir görsel tarifi var. Fotoğraf ve video, içebakışa yönelik ilginin yerine, insan ifadesinin bir yapıntısı olarak imgenin büyüleyiciliğini koyarak portre deneyiminde değişimin önünü açtı. Benzer bir şekilde, şimdilerde gündelik hayat bizi farklı toplumsal roller benimsemeye sevk ederek simulakrum’u (doğası gereği yan yana gelemez olduğu düşünülen iki ayrı şeyin birarada durabilir olmasında kendini gösterir) teşvik ediyor. Bu durum, Roni Horn ve Esther Ferrer gibi sanatçıları, çoğul kimlikli çağdaş öznelerin metaforu olarak geniş bir duygu dağarcığını aynı yüzde canlandırmaya yönlendiriyor.
Kimliğe İlişkin Uzlaşımlar; Bu başlık altında yer alan çalışmalar, toplumsal cinsiyet ve ırka ilişkin kültürel uzlaşımları sorguluyor. Portrecilikte kullanılan teknik yelpazesini ve bireyleri toplumsal olarak tanımlayan sembolleri gözler önüne seriyor. Bu yapıtların çoğu, tıpkı daimi değişimde kök salmış çağdaş dünyamız gibi, sabit ve önceden belirlenmiş bir şey olmaktan çıkarak akışkan ve muğlak bir hal alan kimliğin ve temsilin karmaşık yapılarını ele alıyor.
Maskeler ve Diğer Kurmacalar; Maskeler yüz hatlarını eşsiz ve özgül imgelerde sabitler. Bu noktadan hareketle bütün portrelerin birer maske olduğu sonucuna varabiliriz. Aradaki fark, maskelerin kişisel özellikleri silerek yüzleri arketiplere indirgemesidir. Maskeler, yüzü gizleyerek ona taşıyabileceği yeni bir imaj sunar. Bazen bu, teşvik edilen ve toplumsal olarak kabul edilen yegâne imajdır.
Yüzün Hafızası; Portrecilik antik  zamanlardan beri hafızayla ilintili olmuştur.  Bu sanata yapılan erken dönemli göndermelerden biri Plinius’un Korintli kız ve nişanlısı hakkındaki hikâyesinde yer alır – hikâyede, genç kız uzun bir deniz yolculuğuna çıkmaya hazırlanan nişanlısının duvara yansıyan gölgesini ana hatlarıyla resmeder. Portre, bir imge tarafından temsil edilen bir geçmişi kaydeder ve onaylar. Bu imge de, karşılığında bir kimlik yaratır ve onu zamanın akışına ve bedensel hafıza yitimine karşı korur. Birer hatıra olarak hayatlarına başlayan başlayan portreler zaman içinde bu ilkel anlamlarını yerinden eden ve ortadan kaldıran yeni bir gerçeklik yaratırlar.

Sergide yer alan sanatçılar arasında arasında Janine Antoni, Eduardo Arroyo, Juan Navarro Baldeweg, Jean-Michel Basquiat, Christian Boltanski, Rineke Dijkstra, Marlene Dumas, Esther Ferrer, Günther Förg, Curro González, Stefan Hablützel, Roni Horn, Sharon Lockhart, Pedro Mora, Vik Muniz, Óscar Muñoz, Bruce Nauman, Carlos Pazos, Cindy Sherman, Antoni Tàpies, Gillian Wearing, Sue Williams bulunuyor.
Sergi 4 Mart 2018 tarihine kadar ziyaret edilebilir.

Porte resmi, bir karakterin imgesini yaratmak ve bu imgeyi toplumun geri kalanından ayrıştırmak için kullanılmış, portresi yapılan kişiye sadakat ve benzerlik, her zaman bu sanatın temelini oluşturmuştur. Portrelerin nihai amacı ise resmi yapılan kişinin kimliğini yansıtmaktır. Ve sanat üretiminin hiç de kolay olmadığını anladığımız yer tam da burasıdır: resim yapmak, fotoğraf çekmek, veya kara kalem resim yapmak, bir kişiliği yeniden üretmek veya ifşa etmek değil, bir imge yaratmaktır. Bugünlerde sürekli olarak kendi fotoğraflarımızı çekiyoruz, Roland Barthes'in sözlerini özetleyerek söylemek gerekirse, bir kameranın lensine baktığımızda bir başkasıymışız gibi davranıyoruz. Popüler söylemde “Kamera yalan söylemez” şeklinde bir deyiş vardır, ancak hepimiz portrelerin aslında bir kişiliğin temsilini yaparken bir miktar kurmaca içerdiğini biliriz. Portreler, portre resminin tanımını genişleterek ulaşmıştır günümüze. Yeni sanat eserleri, yeni kavramlar, teknikler ve diller aracılığıyla, insanlık durumunun imgelerini yaratmak ve kimlik ve onun toplumsal anlamlarının karmaşıklığını incelemek için çeşitli olasılıklar olduğunu gösterir bize.
                                                           

Rineke Dijkstra’nın Voldenpark, Amsterdam, 12 Mayıs 2006, isimli fotoğrafı, farklı şehirlerin parklarındaki çocuk ve gençlerin portrelerinden oluşan Park Portreleri serisine ait. Bu son derece dengeli kompozisyonda, genç bir erkek rahat bir şekilde karşımızda oturur; ancak bu uyum izleyicide bir tür huzursuzluk yaratır. Bu temsildeki sadelik yanıltıcıdır. Çünkü herkes bilir ki, doğallık diye bir şey yoktur, yalnızca katışıksız yapıntılar vardır. Baktığımız genç adam figürü, en ince ayrıntılarına kadar tasarlanmış bir kompozisyonda çerçevenin içine kapatılmıştır. Klasik bir portre niteliğinde olan figür geleneksel manzara resminin içine yerleşerek yeni bir bağlam yaratır. Modelin talepkar bakışı, tıpkı Hollanda resimlerindeki gibi izleyiciyi gözleriyle takip eder.
                                                              

Eduardo Arroyo, Ressam, 1975, Zımpara kağıdından kolaj,Eduardo Arroyo, üretken kariyenin başlarında 1960’larda ortaya çıkan yeni figürasyona yakın bir stil benimsedi. Portreciliği bir düzmece olarak tanımlar. Sanatçıın külliyatında hem tarihi şahsiyetlerin hem de hayali karakterlerin resmedildiği pek çok portre yer alır. Bu takım elbise ve şapkalı adam portresini zımpara kağıdı parçalarını kesip yapıştırarak kabatma bir figür elde etmiştir. Karakterin yüzü, renkli kağıt parçalarından yapılma bir mozaiğin ardında gizlenmiştir. Yapıt, sanatçının mesleğiyle ilgili kişiel fikirlerini ifade etmek için 1960’larda yaptığı Kör Ressamlar serisine aittir: Bu mesleği icra edenler eninde sonunda boya ve renklerden kör olurlar.

*Sergi kataloğu kaynak olarak kullanılmıştır.

Şahin Paksoy'la Röportaj

NG İletişim Ajansı'nın  "Ofiste Sanat" projesinden yola çıkarak Keten Grup işbirliğinde gerçekleştirdiği Şahin Paksoy "Kavuşma" sergisinde sanatçının resim ve heykelden oluşan birçok eseri yer alıyor. 29 Aralık 2017 tarihine kadar ziyaret edilebilecek olan sergisi ve eserleri üzerine Şahin Paksoy'la mini bir söyleşi gerçekleştirdik.
                                                              

“İnandığın yolda yürü, yürü ve kendine kavuş. Gösteriş meraklılarının duvarlarını süslemek için gariplikler üretme, kendi dünyan içinde yoluna devam et. İnan ve o yolda devamlı yürü. Bıkma ve usanma ve yürü ve asıl yapacaklarına kavuş...” diyorsunuz.  Son serginiz de “Kavuşma”. Bu kavuşmada, yürüdüğünüz yolda nelerle karşılaştınız, zorlandığınız dönemler oldu mu?
Dünyanın modernleşme sürecinde ortaya çıkan sanat akımlarının ne zaman bayatlayacağını şimdiden fark edemeyiz, yaptığınız işin kalıcı olması için kendi inandığınız yolda inançla devam etmelisiniz. Tabii önünüze çıkacak zorlukları da göze almalısınız.
Bu günün beğenisine ürün üretmek yerine, manipülasyonlardan uzak durup bana ait eserler üretiyorum. Amacım marka peşinden koşanların beğenisine uygun garipliklerle uğraşmak değil. Yaptığım işi önce ben beğenmeliyim, önce ben sevmeliyim. Böyle bir beğeniye eser sunmak hem hoş değil, hem de geleceğimi bitirir. Eğer kendiniz olup kendi kültür yapınıza uygun işler yapıyorsanız, sanat tarihi sizi hak ettiğiniz yere koyacaktır. Aslolan sanat tarihinin acımasız eleğinden geçmektir. Şişirilmiş bir balonsanız, o balon patladığında ortada hiçbir şey kalmaz.
Tabii ki kolayı paraya çevirenler sizi çağdışı ilan edeceklerdir. Benim asıl hedefim keseyi doldurmak olmadığı için konuşulanlara kulağımı hep tıkadım. Ayrıca bu tip insanlar yaptığım işi beğenirlerse yanlış yolda olduğumu düşünürüm.
 “İçinde hayat olmayan hiçbir şey eser değildir” düşüncesinden yola çıkarak son dönemde ürettiğiniz yapıtlarınız sergileniyor “Kavuşma” serginizde. İçinde hayat olan eserlerinizi anlatır mısınız, bir araya nasıl geldiler?
Kendi geleneklerinizden, kendi kültür miraslarından yararlanarak ürettiğiniz eserlerin içinde rengiyle, dokusuyla, konusuyla bir hayat olmalıdır diyorum. Kendi yaşam biçiminizin dahi ürettiğiniz esere yansıması bir hayat emaresidir. Ama ürettiğiniz eserler bir dekorasyona süs olsun diye yapılıyorsa onun onun içinde hayat aramak yanlış olur. Sanatın da kendi içinde kulvarları vardır. Dekoratif sanat, illüstratif sanat, turistik sanat vs gibi. Eserlerim benim hayatımın ötesinde yaşadığım toprakların renkleridir, duygularıdır, biçimleridir, acılarıdır, sevinçleridir. Dolayısıyla bu sergideki eserler kendi kendilerine bir araya geldiler.
 “Önemsiz insanların önemli ressamı” deniyor sizin için. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bu söz beni gururlandırıyor ama şu da bir gerçek ki herkesin bir önemi vardır. Sadece fırsat eşitliği olmayan toplumlarda kimin önemli, kimin önemsiz olduğunu yine maalesef sanat ayarcıları tayin ediyor. Çok varlıklı insanların sadece satın alma gücü onları en önemli kılmaz. Sanatın dili çok zor bir dildir. Çince film seyrederek Çince öğrenilmez. Sanatın dilini önemsiz olduğunu düşündüğünüz insanlar daha iyi bilirler merak etmeyin. Benim eserlerimi sanatın dilini bilen veya anlayan, zevk sahibi, duyarlı insanlar, araştırmacı ve bilgili sanat severler beğensin ve anlasın.
 Çalışmalarınızda geleneksel Anadolu halkının izlerini görüyoruz. Kendi kültüründen beslenen sanatçısınız.  Sanat geleneğiniz ve sanata bakışınız hakkında neler söylemek istersiniz?
Benim de anlatmak istediğim en önemli unsur sorunuzda. “Kendi kültüründen beslenen sanatçı”.
Geçmiş dönemlere bakarsanız yaşam süreleri içinde pek öne çıkmamış sanatçılar var, bunlar  arasında hiçbir eser satamadan ölenler mevcut. Bunun örnekleri mesela, Nazmi Ziya Bey, Avni Lifij Bey, Osman Hamdi Beylerdir. Hatta Osman Hamdi Beyi,  döneminde çağdışı ve etnografik olarak nitelendirenler de vardır. Daha fazla örnek de verebilirim. O dönemde batıdan gelen akımların, özellikle kübizm akımının öne çıkmasıyla, hem hocalar, hem öğrenciler kübist ve daha sonra abstrak resimler üretmeye yönelmiş. Ancak bugün, bu akımlara yönelenlerin eserlerinin çoğu ortada bile yokken, ödün vermeyen sanatçılar milyon TL’ler ile anılıyorlar. Daha sonraki kuşağın en önemlilerinden Bedri Rahmi Eyüboğlu ki bana göre bir ekoldür, ülkemizde kendi geleneğinden, kültüründen beslenen en önemli sanatçıların başında gelir. Böyle bir sanatçı ancak bugünlerde gereken önemi görmeye başladı.
Bence dünyanın ilk soyutlamaları, Anadolu kilimleri ve Osmanlı Hat Sanatıdır. Batılı bir çok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur ama biz bakmıyoruz bile.
Seramik eğitimi aldınız, resim ve heykel aynı anda devam ediyor çalışmalarınızda. Bazen öne çıkanlar oluyor mu, nasıl dengeliyorsunuz?
Sergilerimi resim, heykel veya seramik sergisi diye adlandırmam, Şahin Paksoy sergisi olarak adlandırırım ve bir sergi ismi koyarım. O sergiye çalışırken bir ses sanatçımızı seçerim ve hep o sanatçıyı dinleyerek üretirim. Bazı sergilerde Müzeyyen Senar olur, bazılarında Kazancı Bedii olur, Barış Manço olur, Müslüm Gürses, Neşet Ertaş olur. Seçtiğim sanatçılar da resimlerimi benimle yaparlar, katkıları büyüktür. Böyle bir bütünlükte eserlerimdeki tiplemeler bazen heykel olur, bazen seramik, bazen de resimde kalır sıralarını beklerler. O çeşitliliği birlikte sergilerim. Sergilerime renk katarlar.
                                                                       

                                                             
 Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?  Kardeşleriniz de sanat camiasında.  Ortak çalışmalarınız var mı?
Orta öğrenim dönemimde resim hocalarımın hepsi bana ‘sen Güzel Sanatlar okumalısın’ diyerek hem cesaret, hem de bu yolu seçmemde özgüven verdiler. Ben de çok kararlı bir şekilde başka hiçbir okulda okumam diyerek Güzel Sanatlar Akademisi’ni kafama taktım ve orada eğitim gördüm. Ablam Gönül Paksoy, içimizde en iyi resim yapanımızdı ama o tasarımcı olmayı seçti. Doğru da yapmış. Benim küçüğüm Doğan Paksoy, ressamlığı dışında uzun yıllardır bir sanat dergisi çıkarıyor ve aynı zamanda Teşvikiye Sanat Galerisi olarak geçmiş yıllarda olduğu gibi ,genç sanatçıların, zaman zaman da eski ustaların eserlerini sergiliyor. İkisi ile de ortak çalışmalarımız oluyor.
 İyi bir koleksiyonersiniz.  Arkeolojik eser, halı-kilim ve Türk kahvesi objeleri koleksiyonunuz var.  Nasıl başladı koleksiyonerlik ve eserlerinize yansımaları oluyor mu?
Koleksiyonerlik sanat tarihine olan ilgimden kaynaklandı. İlk koleksiyonum hat sanatı ile başlar. Beşiktaş’taki bekar öğrencilik evimizin yolunda Tuz Baba isimli bir türbe vardı. Ziyarete açık olan bu türbede gördüğüm hat sanatı örneklerinden çok etkilendim. Sene 1974. Hat sanatı koleksiyonumun başlangıcı buna dayanır. Eserlerimde kompozisyon ve denge unsuru olarak hat sanatından yararlanırım.
Mekke ve Medine resimleri koleksiyonu yapma fikri ise 1976 yılında Yıldız Parkı’nın yanındaki Yahya Efendi Türbesi’nde görmüş ve çok beğenmiş olduğum Mekke Medine minyatürleri sayesinde oluştu. Bugün güzel bir koleksiyon sahibiyim. Bu koleksiyonum eserlerime Doğu Mistisizmi ve Osmanlı Minyatür Sanatı samimiyeti açısından büyük katkı sağlamıştır.
Halı ve Kilim Koleksiyonuna 80’li yıllarda başladım. Sanatımın gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Renk kullanımı ve kompozisyon açısından bana yol gösterici olan, beni en çok etkileyen gruptur.
Türk Kahvesi Koleksiyonum ise, koruma amaçlı başladı. Türk adıyla anılan ve ülkemizde bir müzesi bile olmayan bu geleneksel lezzetin yapım aşamalarında kullanılan objelerden oluşan yaklaşık 10.000 parçadan oluşan bu koleksiyon, form anlayışımı besledi. Özellikle ahşap kahve dibekleri ve kahve kolları. Hepsi birer çağdaş heykel.
Mezopotamya’dan Avrupa’ya kadar, binlerce yıldır Anadolu’muzda üretilen her türlü objeye dokunma ve sahip olma duygusu insanı başka türlü zenginleştiriyor, ufkunu açıyor. Benim esin kaynağım Anadolu Medeniyetleri olduğundan, içinde yüzlerce yıllık enerji taşıyan bu eserler benim gözümü terbiye etmemde çok yardımcı oluyorlar.
Daha önce bahsettiğim gibi, bir sergiye hazırlanırken nasıl bir ses sanatçısı seçiyorsam, aynı şekilde o sergi için bir de kilim grubu seçerim. Bunlar benim yol gösterici hocalarımdır.
 Son olarak Türkiye’deki sanat piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
80’li, 90’lı yıllarda sanatseverler ve koleksiyonerler galerilere gidip, sanatçılarla tanışırlar, sanat atölyeleri gezerlerdi. Sanatçılar kendilerini mağdur etmeyecek bir komisyon ve bir resim karşılığında sergi açma fırsatı bulurdu. Müzayedelerin sanat hayatına girmesi ile sanat dünyası manipülasyonla tanıştı. Galericilik yara aldı. Çoğu genç sanatçı yaşamını sürdürebilmek için müzayede ve sanat spotçularına teslim olmak zorunda kalabiliyorlar. Bu da çok önemli galerilerin kepenk kapatmasına yol açtı. Her sanat galerisinin kapanması, bir sanat okulunun kapanması gibidir. Galerilerin olmaması sanatı sadece para için yapılan bir yola doğru iter.

Şu anda sanat piyasası bir belirsizlik içinde ve bu durum üzücü.