1 Ocak 2018 Pazartesi

BANA BAK!

                           
                                                             
                                               
                                   

                “la Caixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Portreler ve Diğer Kurmacalar
Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, çağdaş sanat alanında dünyanın önemli koleksiyonlarından birine sahip olan “la Caixa” Vakfı işbirliği ile Bana Bak! “la Caixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan Portreler ve Diğer Kurmacalar sergisini ülkemiz sanatseverleriyle buluşturuyor. Küratörlüğünü  Nimfa Bisbe Molin’in üstelendiği sergi, son derece insani ancak psikanaliz, psikiyatri ve felsefe bağlamında  bir o kadar da gizemli ve karmaşık bir alan olan portre sanatı ile kimlik ve temsiliyet sorunsalına, aralarında Basquiat, Boltanski, Nauman, Sherman, Muñoz, Wearing ve Tàpies gibi isimlerin de yer aldığı dünyaca ünlü 22 sanatçının, resimden fotoğrafa, heykelden videoya uzanan geniş bir yelpazede üretilmiş 30’u aşkın ilginç yapıtı üzerinden yeni ışıklar tutuyor.
Sergide “la Claixa” Çağdaş Sanat Koleksiyonu’ndan seçilerek bir araya getirilen eserler, toplumsal bir ayna gibi bakışlarımıza karşılık veriyor. Bu aynada, ezelden beri kafamızı kurcalayan sorular sorarken buluyoruz kendimizi: Bunlar da kim? Onlar hakkında ne düşünüyorum? Ben kimim? Onlar benim hakkımda neler düşünüyor?
Bakışların, izleyiciyi gözlem yapmaya davet etmek, aynı zamanda bu toplumsal aynada, yani portrede yansımasını sağlamak maksadıyla bir araya geldiği bir kavşak olarak tasarlanmış sergi ve Bana Bak! başlığı altında “la Caixa” Koleksiyonu’na ait resim, fotoğraf, heykel, video çalışmalarından oluşan bir seçki aracılığıyla çağdaş sanat içindeki portre türünü inceliyor. Sanatçıların öznelliği ve zamanımızın farklı insan kimliklerini ele almak üzere kullandığı çeşitli temsil stratejilerini ortaya koyuyor. Koleksiyon otuz yılda günümüz toplumuna ait bilinci artırmak ve eleştirel bir bakış sunmak üzere çağdaş sanat yapıtları arasından derlenmiş. 
Sergi, portreyi ele almak üzere, farklı ilgi alanlarını ve biçimleri birbirinden ayıran dört tematik bölümden oluşuyor.
Sahnelenen Duygular; Gözler ruhun aynasıdır derler. En mahrem düşüncelerimiz gözlerimizden okunur; sahici ya da sahte, kendiliğinden ya da denetlenmiş tüm duygularımız gözlerimize yansır. Tarih boyunca sanatçılar duygularımızı öylesine incelikli bir şekilde sınıflandırdılar ki şimdi her birinin kendine ait bir görsel tarifi var. Fotoğraf ve video, içebakışa yönelik ilginin yerine, insan ifadesinin bir yapıntısı olarak imgenin büyüleyiciliğini koyarak portre deneyiminde değişimin önünü açtı. Benzer bir şekilde, şimdilerde gündelik hayat bizi farklı toplumsal roller benimsemeye sevk ederek simulakrum’u (doğası gereği yan yana gelemez olduğu düşünülen iki ayrı şeyin birarada durabilir olmasında kendini gösterir) teşvik ediyor. Bu durum, Roni Horn ve Esther Ferrer gibi sanatçıları, çoğul kimlikli çağdaş öznelerin metaforu olarak geniş bir duygu dağarcığını aynı yüzde canlandırmaya yönlendiriyor.
Kimliğe İlişkin Uzlaşımlar; Bu başlık altında yer alan çalışmalar, toplumsal cinsiyet ve ırka ilişkin kültürel uzlaşımları sorguluyor. Portrecilikte kullanılan teknik yelpazesini ve bireyleri toplumsal olarak tanımlayan sembolleri gözler önüne seriyor. Bu yapıtların çoğu, tıpkı daimi değişimde kök salmış çağdaş dünyamız gibi, sabit ve önceden belirlenmiş bir şey olmaktan çıkarak akışkan ve muğlak bir hal alan kimliğin ve temsilin karmaşık yapılarını ele alıyor.
Maskeler ve Diğer Kurmacalar; Maskeler yüz hatlarını eşsiz ve özgül imgelerde sabitler. Bu noktadan hareketle bütün portrelerin birer maske olduğu sonucuna varabiliriz. Aradaki fark, maskelerin kişisel özellikleri silerek yüzleri arketiplere indirgemesidir. Maskeler, yüzü gizleyerek ona taşıyabileceği yeni bir imaj sunar. Bazen bu, teşvik edilen ve toplumsal olarak kabul edilen yegâne imajdır.
Yüzün Hafızası; Portrecilik antik  zamanlardan beri hafızayla ilintili olmuştur.  Bu sanata yapılan erken dönemli göndermelerden biri Plinius’un Korintli kız ve nişanlısı hakkındaki hikâyesinde yer alır – hikâyede, genç kız uzun bir deniz yolculuğuna çıkmaya hazırlanan nişanlısının duvara yansıyan gölgesini ana hatlarıyla resmeder. Portre, bir imge tarafından temsil edilen bir geçmişi kaydeder ve onaylar. Bu imge de, karşılığında bir kimlik yaratır ve onu zamanın akışına ve bedensel hafıza yitimine karşı korur. Birer hatıra olarak hayatlarına başlayan başlayan portreler zaman içinde bu ilkel anlamlarını yerinden eden ve ortadan kaldıran yeni bir gerçeklik yaratırlar.

Sergide yer alan sanatçılar arasında arasında Janine Antoni, Eduardo Arroyo, Juan Navarro Baldeweg, Jean-Michel Basquiat, Christian Boltanski, Rineke Dijkstra, Marlene Dumas, Esther Ferrer, Günther Förg, Curro González, Stefan Hablützel, Roni Horn, Sharon Lockhart, Pedro Mora, Vik Muniz, Óscar Muñoz, Bruce Nauman, Carlos Pazos, Cindy Sherman, Antoni Tàpies, Gillian Wearing, Sue Williams bulunuyor.
Sergi 4 Mart 2018 tarihine kadar ziyaret edilebilir.

Porte resmi, bir karakterin imgesini yaratmak ve bu imgeyi toplumun geri kalanından ayrıştırmak için kullanılmış, portresi yapılan kişiye sadakat ve benzerlik, her zaman bu sanatın temelini oluşturmuştur. Portrelerin nihai amacı ise resmi yapılan kişinin kimliğini yansıtmaktır. Ve sanat üretiminin hiç de kolay olmadığını anladığımız yer tam da burasıdır: resim yapmak, fotoğraf çekmek, veya kara kalem resim yapmak, bir kişiliği yeniden üretmek veya ifşa etmek değil, bir imge yaratmaktır. Bugünlerde sürekli olarak kendi fotoğraflarımızı çekiyoruz, Roland Barthes'in sözlerini özetleyerek söylemek gerekirse, bir kameranın lensine baktığımızda bir başkasıymışız gibi davranıyoruz. Popüler söylemde “Kamera yalan söylemez” şeklinde bir deyiş vardır, ancak hepimiz portrelerin aslında bir kişiliğin temsilini yaparken bir miktar kurmaca içerdiğini biliriz. Portreler, portre resminin tanımını genişleterek ulaşmıştır günümüze. Yeni sanat eserleri, yeni kavramlar, teknikler ve diller aracılığıyla, insanlık durumunun imgelerini yaratmak ve kimlik ve onun toplumsal anlamlarının karmaşıklığını incelemek için çeşitli olasılıklar olduğunu gösterir bize.
                                                           

Rineke Dijkstra’nın Voldenpark, Amsterdam, 12 Mayıs 2006, isimli fotoğrafı, farklı şehirlerin parklarındaki çocuk ve gençlerin portrelerinden oluşan Park Portreleri serisine ait. Bu son derece dengeli kompozisyonda, genç bir erkek rahat bir şekilde karşımızda oturur; ancak bu uyum izleyicide bir tür huzursuzluk yaratır. Bu temsildeki sadelik yanıltıcıdır. Çünkü herkes bilir ki, doğallık diye bir şey yoktur, yalnızca katışıksız yapıntılar vardır. Baktığımız genç adam figürü, en ince ayrıntılarına kadar tasarlanmış bir kompozisyonda çerçevenin içine kapatılmıştır. Klasik bir portre niteliğinde olan figür geleneksel manzara resminin içine yerleşerek yeni bir bağlam yaratır. Modelin talepkar bakışı, tıpkı Hollanda resimlerindeki gibi izleyiciyi gözleriyle takip eder.
                                                              

Eduardo Arroyo, Ressam, 1975, Zımpara kağıdından kolaj,Eduardo Arroyo, üretken kariyenin başlarında 1960’larda ortaya çıkan yeni figürasyona yakın bir stil benimsedi. Portreciliği bir düzmece olarak tanımlar. Sanatçıın külliyatında hem tarihi şahsiyetlerin hem de hayali karakterlerin resmedildiği pek çok portre yer alır. Bu takım elbise ve şapkalı adam portresini zımpara kağıdı parçalarını kesip yapıştırarak kabatma bir figür elde etmiştir. Karakterin yüzü, renkli kağıt parçalarından yapılma bir mozaiğin ardında gizlenmiştir. Yapıt, sanatçının mesleğiyle ilgili kişiel fikirlerini ifade etmek için 1960’larda yaptığı Kör Ressamlar serisine aittir: Bu mesleği icra edenler eninde sonunda boya ve renklerden kör olurlar.

*Sergi kataloğu kaynak olarak kullanılmıştır.

Şahin Paksoy'la Röportaj

NG İletişim Ajansı'nın  "Ofiste Sanat" projesinden yola çıkarak Keten Grup işbirliğinde gerçekleştirdiği Şahin Paksoy "Kavuşma" sergisinde sanatçının resim ve heykelden oluşan birçok eseri yer alıyor. 29 Aralık 2017 tarihine kadar ziyaret edilebilecek olan sergisi ve eserleri üzerine Şahin Paksoy'la mini bir söyleşi gerçekleştirdik.
                                                              

“İnandığın yolda yürü, yürü ve kendine kavuş. Gösteriş meraklılarının duvarlarını süslemek için gariplikler üretme, kendi dünyan içinde yoluna devam et. İnan ve o yolda devamlı yürü. Bıkma ve usanma ve yürü ve asıl yapacaklarına kavuş...” diyorsunuz.  Son serginiz de “Kavuşma”. Bu kavuşmada, yürüdüğünüz yolda nelerle karşılaştınız, zorlandığınız dönemler oldu mu?
Dünyanın modernleşme sürecinde ortaya çıkan sanat akımlarının ne zaman bayatlayacağını şimdiden fark edemeyiz, yaptığınız işin kalıcı olması için kendi inandığınız yolda inançla devam etmelisiniz. Tabii önünüze çıkacak zorlukları da göze almalısınız.
Bu günün beğenisine ürün üretmek yerine, manipülasyonlardan uzak durup bana ait eserler üretiyorum. Amacım marka peşinden koşanların beğenisine uygun garipliklerle uğraşmak değil. Yaptığım işi önce ben beğenmeliyim, önce ben sevmeliyim. Böyle bir beğeniye eser sunmak hem hoş değil, hem de geleceğimi bitirir. Eğer kendiniz olup kendi kültür yapınıza uygun işler yapıyorsanız, sanat tarihi sizi hak ettiğiniz yere koyacaktır. Aslolan sanat tarihinin acımasız eleğinden geçmektir. Şişirilmiş bir balonsanız, o balon patladığında ortada hiçbir şey kalmaz.
Tabii ki kolayı paraya çevirenler sizi çağdışı ilan edeceklerdir. Benim asıl hedefim keseyi doldurmak olmadığı için konuşulanlara kulağımı hep tıkadım. Ayrıca bu tip insanlar yaptığım işi beğenirlerse yanlış yolda olduğumu düşünürüm.
 “İçinde hayat olmayan hiçbir şey eser değildir” düşüncesinden yola çıkarak son dönemde ürettiğiniz yapıtlarınız sergileniyor “Kavuşma” serginizde. İçinde hayat olan eserlerinizi anlatır mısınız, bir araya nasıl geldiler?
Kendi geleneklerinizden, kendi kültür miraslarından yararlanarak ürettiğiniz eserlerin içinde rengiyle, dokusuyla, konusuyla bir hayat olmalıdır diyorum. Kendi yaşam biçiminizin dahi ürettiğiniz esere yansıması bir hayat emaresidir. Ama ürettiğiniz eserler bir dekorasyona süs olsun diye yapılıyorsa onun onun içinde hayat aramak yanlış olur. Sanatın da kendi içinde kulvarları vardır. Dekoratif sanat, illüstratif sanat, turistik sanat vs gibi. Eserlerim benim hayatımın ötesinde yaşadığım toprakların renkleridir, duygularıdır, biçimleridir, acılarıdır, sevinçleridir. Dolayısıyla bu sergideki eserler kendi kendilerine bir araya geldiler.
 “Önemsiz insanların önemli ressamı” deniyor sizin için. Ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Bu söz beni gururlandırıyor ama şu da bir gerçek ki herkesin bir önemi vardır. Sadece fırsat eşitliği olmayan toplumlarda kimin önemli, kimin önemsiz olduğunu yine maalesef sanat ayarcıları tayin ediyor. Çok varlıklı insanların sadece satın alma gücü onları en önemli kılmaz. Sanatın dili çok zor bir dildir. Çince film seyrederek Çince öğrenilmez. Sanatın dilini önemsiz olduğunu düşündüğünüz insanlar daha iyi bilirler merak etmeyin. Benim eserlerimi sanatın dilini bilen veya anlayan, zevk sahibi, duyarlı insanlar, araştırmacı ve bilgili sanat severler beğensin ve anlasın.
 Çalışmalarınızda geleneksel Anadolu halkının izlerini görüyoruz. Kendi kültüründen beslenen sanatçısınız.  Sanat geleneğiniz ve sanata bakışınız hakkında neler söylemek istersiniz?
Benim de anlatmak istediğim en önemli unsur sorunuzda. “Kendi kültüründen beslenen sanatçı”.
Geçmiş dönemlere bakarsanız yaşam süreleri içinde pek öne çıkmamış sanatçılar var, bunlar  arasında hiçbir eser satamadan ölenler mevcut. Bunun örnekleri mesela, Nazmi Ziya Bey, Avni Lifij Bey, Osman Hamdi Beylerdir. Hatta Osman Hamdi Beyi,  döneminde çağdışı ve etnografik olarak nitelendirenler de vardır. Daha fazla örnek de verebilirim. O dönemde batıdan gelen akımların, özellikle kübizm akımının öne çıkmasıyla, hem hocalar, hem öğrenciler kübist ve daha sonra abstrak resimler üretmeye yönelmiş. Ancak bugün, bu akımlara yönelenlerin eserlerinin çoğu ortada bile yokken, ödün vermeyen sanatçılar milyon TL’ler ile anılıyorlar. Daha sonraki kuşağın en önemlilerinden Bedri Rahmi Eyüboğlu ki bana göre bir ekoldür, ülkemizde kendi geleneğinden, kültüründen beslenen en önemli sanatçıların başında gelir. Böyle bir sanatçı ancak bugünlerde gereken önemi görmeye başladı.
Bence dünyanın ilk soyutlamaları, Anadolu kilimleri ve Osmanlı Hat Sanatıdır. Batılı bir çok sanatçıya ilham kaynağı olmuştur ama biz bakmıyoruz bile.
Seramik eğitimi aldınız, resim ve heykel aynı anda devam ediyor çalışmalarınızda. Bazen öne çıkanlar oluyor mu, nasıl dengeliyorsunuz?
Sergilerimi resim, heykel veya seramik sergisi diye adlandırmam, Şahin Paksoy sergisi olarak adlandırırım ve bir sergi ismi koyarım. O sergiye çalışırken bir ses sanatçımızı seçerim ve hep o sanatçıyı dinleyerek üretirim. Bazı sergilerde Müzeyyen Senar olur, bazılarında Kazancı Bedii olur, Barış Manço olur, Müslüm Gürses, Neşet Ertaş olur. Seçtiğim sanatçılar da resimlerimi benimle yaparlar, katkıları büyüktür. Böyle bir bütünlükte eserlerimdeki tiplemeler bazen heykel olur, bazen seramik, bazen de resimde kalır sıralarını beklerler. O çeşitliliği birlikte sergilerim. Sergilerime renk katarlar.
                                                                       

                                                             
 Sanat eğitimi almaya nasıl karar verdiniz?  Kardeşleriniz de sanat camiasında.  Ortak çalışmalarınız var mı?
Orta öğrenim dönemimde resim hocalarımın hepsi bana ‘sen Güzel Sanatlar okumalısın’ diyerek hem cesaret, hem de bu yolu seçmemde özgüven verdiler. Ben de çok kararlı bir şekilde başka hiçbir okulda okumam diyerek Güzel Sanatlar Akademisi’ni kafama taktım ve orada eğitim gördüm. Ablam Gönül Paksoy, içimizde en iyi resim yapanımızdı ama o tasarımcı olmayı seçti. Doğru da yapmış. Benim küçüğüm Doğan Paksoy, ressamlığı dışında uzun yıllardır bir sanat dergisi çıkarıyor ve aynı zamanda Teşvikiye Sanat Galerisi olarak geçmiş yıllarda olduğu gibi ,genç sanatçıların, zaman zaman da eski ustaların eserlerini sergiliyor. İkisi ile de ortak çalışmalarımız oluyor.
 İyi bir koleksiyonersiniz.  Arkeolojik eser, halı-kilim ve Türk kahvesi objeleri koleksiyonunuz var.  Nasıl başladı koleksiyonerlik ve eserlerinize yansımaları oluyor mu?
Koleksiyonerlik sanat tarihine olan ilgimden kaynaklandı. İlk koleksiyonum hat sanatı ile başlar. Beşiktaş’taki bekar öğrencilik evimizin yolunda Tuz Baba isimli bir türbe vardı. Ziyarete açık olan bu türbede gördüğüm hat sanatı örneklerinden çok etkilendim. Sene 1974. Hat sanatı koleksiyonumun başlangıcı buna dayanır. Eserlerimde kompozisyon ve denge unsuru olarak hat sanatından yararlanırım.
Mekke ve Medine resimleri koleksiyonu yapma fikri ise 1976 yılında Yıldız Parkı’nın yanındaki Yahya Efendi Türbesi’nde görmüş ve çok beğenmiş olduğum Mekke Medine minyatürleri sayesinde oluştu. Bugün güzel bir koleksiyon sahibiyim. Bu koleksiyonum eserlerime Doğu Mistisizmi ve Osmanlı Minyatür Sanatı samimiyeti açısından büyük katkı sağlamıştır.
Halı ve Kilim Koleksiyonuna 80’li yıllarda başladım. Sanatımın gelişmesinde çok önemli bir yeri vardır. Renk kullanımı ve kompozisyon açısından bana yol gösterici olan, beni en çok etkileyen gruptur.
Türk Kahvesi Koleksiyonum ise, koruma amaçlı başladı. Türk adıyla anılan ve ülkemizde bir müzesi bile olmayan bu geleneksel lezzetin yapım aşamalarında kullanılan objelerden oluşan yaklaşık 10.000 parçadan oluşan bu koleksiyon, form anlayışımı besledi. Özellikle ahşap kahve dibekleri ve kahve kolları. Hepsi birer çağdaş heykel.
Mezopotamya’dan Avrupa’ya kadar, binlerce yıldır Anadolu’muzda üretilen her türlü objeye dokunma ve sahip olma duygusu insanı başka türlü zenginleştiriyor, ufkunu açıyor. Benim esin kaynağım Anadolu Medeniyetleri olduğundan, içinde yüzlerce yıllık enerji taşıyan bu eserler benim gözümü terbiye etmemde çok yardımcı oluyorlar.
Daha önce bahsettiğim gibi, bir sergiye hazırlanırken nasıl bir ses sanatçısı seçiyorsam, aynı şekilde o sergi için bir de kilim grubu seçerim. Bunlar benim yol gösterici hocalarımdır.
 Son olarak Türkiye’deki sanat piyasasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
80’li, 90’lı yıllarda sanatseverler ve koleksiyonerler galerilere gidip, sanatçılarla tanışırlar, sanat atölyeleri gezerlerdi. Sanatçılar kendilerini mağdur etmeyecek bir komisyon ve bir resim karşılığında sergi açma fırsatı bulurdu. Müzayedelerin sanat hayatına girmesi ile sanat dünyası manipülasyonla tanıştı. Galericilik yara aldı. Çoğu genç sanatçı yaşamını sürdürebilmek için müzayede ve sanat spotçularına teslim olmak zorunda kalabiliyorlar. Bu da çok önemli galerilerin kepenk kapatmasına yol açtı. Her sanat galerisinin kapanması, bir sanat okulunun kapanması gibidir. Galerilerin olmaması sanatı sadece para için yapılan bir yola doğru iter.

Şu anda sanat piyasası bir belirsizlik içinde ve bu durum üzücü.

Henri Rousseau


                                                              



1844’te Batı Fransa’nın Laval kentinde bir muslukçunun oğlu olarak dünyaya gelen Rousseau yaklaşık  20 sene Paris’te gümrük memurluğu yapar. 1893 yılında gümrük memurluğundan emekli olur ve tüm zamanını resim yapmaya ayırır.  Hiçbir sanat eğitimi görmeyen ressamın lakabı olan “le douanier” (gümrük memuru), biraz da onunla dalga geçmek için takılmıştır.  Eşi Clemence ile evliliklerinden olan 9 çocuklarından hiçbiri yaşamaz. 1888 senesinde karısını veremden kaybedince, tek odalı stüdyosunda çalışmalarına devam eder. Sanatına ağırlık verir. Para kazanmak için sokak müziği yapar, özel müzik ve resim dersleri verir. Akademik eğitimi olmayan , tamamen hayal gücünü fırçasına taşıyan, kendisine özgü stiliyle sanat dünyasına meydan okuyan sanatçı Paul Signac, Van Gogh gibi avangart sanatçıların yanında yerini korumuş, kendinden sonra gelen jenerasyonlara ilham kaynağı olmayı başarmıştı. Rousseau hakkında yazılan birçok mektupta, kitapta ve yazıda, iyiliğinin ve saflığının yüzünden okunduğu anlatılır.
Naif sanatın öncülerinden olan Rousseau, çocuksu sadeliği ve açıklığıyla genellikle düz, perspektifi ön planda olmayan bir resmetme biçimine sahiptir. Eserleri ilk dönemde büyük tepki almış, sadelik ve basitliğin sanatçının bilgi eksikliğinden kaynaklandığı düşünülmüş olsa da, bu resim türü günümüzde “Naif Sanat” olarak geçerlilik kazanmıştır.
1884 yılında Societe des Artistes (Bağımsız Sanatçılar Topluluğu) sanatçıların kendilerini rahatça gösterebilecekleri, jürisiz ve ödülsüz olan “Salon des Independants” sergilerini başlatırlar. 18 Ağustos 1886 tarihinde Place du Carousel’deki Paris Postane Müdürlüğü’nde ikinci defa düzenlenen sergiye katılmak isteyen sanatçılar sadece 15 Frank karşılığında, herhangi bir stil veya eğitim alma zorunluğu olmadan katılabiliyordu. Henri Rousseau, Seurat, Paul Signac, Cezanne, Toulouse-Lautrec, Gauguin ve Van Gogh’un eserlerinin de yer aldığı sergiye “A Carnival Evening” ( Bir Karnaval Akşamı) eseriyle katılmaya karar verir. Perspektifin olmadığı tek boyutlu resimde, karnaval elbiseleri içindeki çift, kol kola girmiş karanlık ormandan seyircilere bakarlar. Bir karnaval neşesinden çok uzakta olan çift, yüzleri seçilmese de sessiz ve üzgün gözükürler.
                                                                           
Sergi açılınca en çok konuşulan eserler, Rousseau’nun  “Bir Karnaval Akşamı” ve Georges’in Seurat’ın “Grande Jatte Adası’nda Bir Öğleden Sonrası”dır. Seurat; entelektüel, pointilist tekniğin zorluklarına bilgece yaklaşan ve tekniğin öncülerinden kabul edilip yere göğe sığdırılamazken; Rousseau’nun ne sanat tarihine referans veren ne de yeni akımların etkisinde olan eseri alay konusu olur. Hem ziyaretçiler, hem eleştirmenler onu bombardımana tutarlar, fakat Rousseau hiç oralı olmaz, kulak asmaz, bir “dahi” olduğuna  emindir. Tüm negatif eleştirilere rağmen Camille Pisarro ondan etkilenir. Onu samimi bulmuştur ve yaklaşımını primitif sanatçılara benzetmiştir.
Balta girmemiş ormanları betimlemesiyle tanınan Rousseau, “Tropik Fırtınada Bir Kaplan (şaşkın) isimli ilk orman tablosunu 1891’de düzenlenen Salon des Independants’da sergiler. Resmi gören Gauguin tablonun önünde  “Burada gerçek ve gelecek var! Burada bir resim var!” diye haykırır. Enteresan olan, egzotik, tropik manzaralar ve balta girmemiş ormanları müthiş bir tutkuyla resmeden sanatçının aslında Fransa’dan hiç çıkmamış olmasıdır. Sık sık gittiği botanik bahçelerinin onu çok etkileyen bitkilerini, dönemin resimli dergilerinde gördüğü ilüstrasyonları, orduda tanıdığı Meksika’da bulunmuş asker arkadaşlarının vahşi doğa hakkında anlattıklarını kendi hayal gücü ile birleştirerek ve pek çok kuralı yıkarak tuvallerine taşımıştır.

                                                                       

1890 senesinde kendi keşfettiği yeni bir türü dener.  İlk otoportre – manzarasını yapar. Kendisini siyah bir takım elbiseyle, kafasında beresiyle şık bir görünümle çizer; elinde bir fırça ve palet vardır.  Arkasında bir köprü ve bayraklarla donanmış bir gemi vardır.  Geminin arkasında da 1889 Word’s Fair için inşa edilen, o dönemin tartışmalı Eyfel kulesi görülür. Gauguin bu resme hayran olur.
1905 senesinde Picasso ikinci el bir dükkanda Rousseau’nun  “Portrait of Clemence” eserine rastlar. 5 Frank’a satın aldığı ve “Fransız psikoljik portrelerinin en gerçeklerinden” kabul ettiği eseri yaşamı boyunca yanından ayırmaz. Rousseau’nun saflığı Picasso’yu sarsmıştır.  Onun hiçbir eğitim almadan mükemmeliyete bu denli yaklaşmış olması, Picasso’nun eğitim almış olduğu için neredeyse pişmanlık duymasına yol a çmıştır. Aldığı eğitim yüzünden bir çocuk saflığında çizmediğini düşünür. 1908 sonbarında  Picasso stüdyosunda Rousseau’nun dehası onuruna bir davet vermeye karar verir. Sanat çevrelerinde büyük yankı uyandıran bu davete Gertrude Stein, Leo Stein, Fernande Olivier, Marie Laurencin ve Braque gibi isimler katılır. Stüdyo bayraklar, dallar ve kumaşlarla süslenmiş, masalar ve banklar düzenlenmiştir. “Portrait  of Clemence” baş köşeye asılmıştır. Onur konuğu olan Rousseau, portrenin altındaki platforma oturur. Tüm misafirler onun için kadeh kaldırırlar ve dehasını kutlarlar.
1910 Eylül’ünde davetten iki sene sonra Rousseau vefat eder. Uzun zamandır ihmal ettiği bacağındaki iltihaplanma, kanının zehirlenmesine yol açmıştır. Meteliksiz bir şekilde Montmarte Mezarlığı’na gömülür. Cenazesine sadece yedi kişi katılır.

Ölümünden sonra değeri anlaşılan, “Modern sanatın alaylı vaftiz babası” olarak görülen ressamın eserleri 2016 yılında Musee d’Orsay’da düzenlenen “The Douanier  Rousseau  Archaic  Candour” sergisiyle sanatseverlerle buluştu. Sergi 480 bin ziyaretçisiyle müzenin son on senedir en çok ziyaret edilen sergisi olmuştu. 

2017 yılının öne çıkan 10 sergisi


2017'de galeri, müze ve çeşitli sergi mekanlarında düzenlenen yerli ve yabancı sanatçıların katılımıyla pek çok sergi açıldı ve sanatseverler tarafından ilgiyle izlendi. Aşağıdaki değerlendirme öncelikli olarak müzeler ve daha önce sitede (www.yenicikanlar.com) ayrıntılı yayınlanan sergi yazıları baz alınarak yapılmıştır.

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi, 15. Kuruluş yıldönümüne  denk gelen 2017 yılında önemli ve öne çıkan sergilere ev sahipliği yaptı. 2017’ye, bu topraklardan yetişen, Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde yaşamış  bir sanatçı olan Feyhaman Duran’ın “İki Dünya Arasında” sergisiyle başlayarak  sanatseverlere  hem sanatçıyı hem de ülkemizin geçmişini yakından tanıma fırsatı sağladı. Eserlerinde ve hayatında gelenekle olan sıkı bağ açıkça görülebilen Feyhaman Duran, ilk kez bu kadar ayrıntılı bir sergiye konu oldu. 11.1.2017 – 13.8.2017 tarihleri arasında Emirgan’daki müzenin iki katında 1000’i aşkın eseri, eşi Güzin Duran’la yaşadıkları ev ve atölyelerinden eşyaları ile bugünü anlamanın yollarını da gösterdiği için izleyiciler tarafından ilgi ile karşılandı. Sezonun 2. sergisi olarak çağdaş sanatın günümüzdeki en önemli isimlerinden Çinli sanatçı Ai Weiwei’nin Türkiye’deki ilk kişisel sergisi “Porselene Dair” 100’ü aşkın eseriyle 12 Eylül tarihinde açıldı. 28 Ocak 2018 tarihine kadar devam edecek olan sergi sanatçının, günümüz dünyasıyla ilgili mesajlarını geleneksel Çin el sanatları ile izleyiciye aktarması ile 2017 yılının önemli  sergilerinden biri oldu.  Ai Weiwei, kuşağının önde gelen kültür figürlerinden biridir, çalışmalarının derin sanatsal ve toplumsal etkisiyle tanınır. Geniş kapsamlı kariyeri olan sanatçının sanat yaşamı boyunca dünyayı algılamak ve yorumlamakta sunduğu yollar sanatseverler tarafından büyük ilgi gördü. 

                                                                          


“Ayçekirdekleri” yerleştirmesi, Ai Weiwei’i çağdaş sanat tartışmalarının ön saflarına çekmiş, zamanımızın en tanınmış sanatçılarından biri haline getirmiştir.  Yerleştirme, sanatçının yapıtlarındaki sahicilik, bireyin toplumdaki rolü, kültürel ve iktisadi alışverişin jeopolitiği gibi yenilenen temaları da açımlar. Yapıt, Mao Zedong’u güneş, yurttaşları da ona doğru dönmüş ayçekirdekleri olarak betimleyen Çin Kültür Devrimi propaganda posterlerini de hatırlatır. Jingdezhen’deki hünerli zanaatkârlarca tek tek biçimlendirilen ve elle boyanan bu benzersiz çekirdekler, toplum imgesine uygun olma baskısı ile bireyin özgürlüğü arasındaki gerilimi de çağrıştırır.
-Arter,  2 Haziran – 13 Ağustos tarihleri arasında John Berger’in “Görme Biçimleri” eserinden yola çıkarak küratörlüğünü Sam Bardaouil ve Till Felrath’ın M.Ö. 1000’den günümüze kadar uzanan 33 sanatçının resim, heykel, fotoğraf, fotoğraftan ses, film ve yerleştirme 70 eserin yer aldığı esere ev sahipliği yaptığı  segi sanatseverler tarafından ilgi ile izlendi.  Sergilenen yapıtların herbiri yeni bir gerçekliğin belirmeye başlaması için bizi ikinci kez bakmaya çağırdı ve yapıtların büyük bir kısmı taşımakta oldukları sanat tarihsel referansların eleştirisini de sundu. 
Bu serginin ardında yine Arter’de, küratörlüğünü Nazlı Gürlek’in üstlendiği Canan’ın “Kaf Dağı’nın Ardında” sergisi sanatseverlerle buluştu. 12 Eylül’de açılan sergi 24 Aralık’a kadar devam edecek. Sergiye paralel “Kaf Dağı Konuşmaları” adı altında konuşma dizileri de gerçekleştirildi. Canan’ın 20 yılı aşkın sanat üretiminde daha önce sergilenmemiş erken dönem işleriyle, bu sergi için ürettiği yedi yeni iş üç ana bölüm olarak  -Cennet, Araf ve Cehennem-  mekanın üç katında yoğun ilgi izlendi. 
                                       
                   
Serginin giriş katında “Cennet” teması ile karşılaşan izleyiciler, mekâna özel olarak üretilen ve Arter’in İstiklal’e açılan cephesinde  yer alan masallarda olabilecek türden hayvanlar ve yaratıkların bir araya gelerek oluşturduğu bir  masal diyarı “Hayvanlar Alemi” yerleştirmesi ile  buluştu. Parlak ve renkli kumaşlarla kaplı anka kuşu, ejderha, yılan ve çeşitli yaratıklar İstiklal sokaklarında gölgeler olarak da karşımıza çıktı. İyi/kötü, ışık/gölge, içsel/dışsal, gerçeklik/hayal, aydınlık/karanlık gibi ikiliklere dayanan ve insan ruhunun bastırılmış öğelerini ele alan sergi 2017 yılının ilgi ile izlenen sergilerinden biri oldu.  
-Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Merkezi ANAMED Çatalhöyük Araştırma Projesi’nin 25. Yılını “Bir Kazı Hikayesi:Çatalhöyük” sergisiyle kutladı. 25 Ekim’e kadar sürecek sergi yoğun ilgi sebebiyle sanatçı, Refik Anadol’un sergi kapsamında ürettiği medya enstelasyonunun dahil edilmesiyle 14 Ocak 2018’e kadar uzatıldı. Unesco Dünya Kültür Mirası listsindeki Çatalhöyük’te yürütülen bilimsel çalışmaların üç boyutlu modelleme buluntuları yeniden canlandırma, kazı alanlarının lazer taraması ve VR(sanal gerçeklik) teknolojisiyle Çatalhöyük binalarının deneyimlenmesi gibi interaktif sergi yöntemleri ile 9 bin yıllık tarihe sahip yerleşmeyi odağına alarak arkeolojik çalışmaların bilinmeyen yanlarını  sanat ve arkeoloji meraklılarıyla buluşturmaya devam ediyor.

“Kapı Çalana Açılır”,  sergisiyle Abdülmecid Efendi Köşkü, Melih Fereli ve Karoly Aliotti küratörlüğünde  15. İstanbul Bienali süresince (28 Eylül-12 Kasım2017) Ömer Koç Koleksiyonu’ndan bir seçkiye ev sahipliği yaptı. Sergideki yapıtlar insan ve hayvan, canlı ve ölü, canavar ve melek, hareket ve durağanlık arasındaki ilişkilere odaklandırılmıştı ve bu ikiliklerin bir denge hali içinde buluşmalarının mümkün olup olmadığını sorguladı. Sergi izleyicileri bir tür tanıklık etmeye davet etti; gördüklerimizden bir mânâ çıkarmaya. Sadece bu sergi için haftanın iki günü ziyarete açılan Abdülmecid Efendi Köşkü, sanatseverlerin yoğun ilgisiyle karşılaşınca ziyaret günü 4’e çıkarıldı. Son haftalarda kapısında giriş için uzun kuyruklar oluşan sergi İstanbul’da 2017’de öne çıkan ve süpriz sergilerden biri oldu. 
                                                              

Daphne Wright’ın sırt üstü devrilmiş  Aygır’ı sanki dermanını yitirmiş, ayağa kalkacak hali kalmamış gibidir. Sanat tarihinde güçlü, cesur ve gösterişli bir hayvan olarak çağrıştırdığı anlamların aksine, bu heykel kaçınılmaz bir ölümün eşiğindedir. Aygır’ın devasa cüssesi heykeli ceset ve ölüm gibi çağrışımlara demirlerken, yukarı dikilmiş ve boşlukta çırpınan bacakları hem zarif bir devinim hem de ızdırap hissi uyandırır.
28 Ocak- 4 Haziran tarihleri arasında İstanbul Modern’de gerçekleştirilen “Liman” sergisi,coğrafi bir konum olmanın ötesinde, toplumal ve ekonomik bir etkileşim alanı olarak liman bölgelerini görsel sanatlar yansımalarıyla araştırarak, “liman” kavramının sembolik ve metaforik açılımları da yer verdi. İstanbul kentinin deniz ve limanlarla ilişkisini vurgulayan “Liman”, 19.yüzyıldan günümüze Türkiye sanatında deniz kenarında ve liman çevrelerinde gelişen kültürel ve toplumsal hayatı mercek altına aldı. 30 Mayıs- 30 Temmuz tarihleri arasında İstanbul Modern’in Kısa Süreli Sergiler Alanı’nda “Fahrelnissa Zeid İstanbul Modern Koleksiyonu’ndan Bir Seçki” ile  Zeid’in Tate Modern Londra’da 13 Haziran- 8 Ekim 2017 tarihleri arasında gösterimde olan retrospektifine sekiz parçayı ödünç veren İstanbul Modern, yine kendi koleksiyonundan oluşturduğu seçkiyi müze ziyaretçileriyle buluşturdu.  

Pera Müzesi 25.05-06.08.2017 tarihleri arasında Kosta Rika’nın önemli hekeltıraşlarından José Sancho’yu müzenin 3. katında, George Orwell’in 1984 romanında kullandığı “Çiftdüşün” kavramına göndermeyle isim bulan sergiyi müzenin 4-5 katlarında ağırladı.Sancho, sanat tarihçisi ve eleştirmen Maria Enriqueta Guardia Yglesias küratörlüğündeki “Erotik Doğa” sergisinde hayvan ve figür temalarına odaklanmıştı. Hayvan ve bitki heykellerini doğal ortamlarında ve doğayla diyalog halinde tasavvur eden sanatçının eserleri sanatseverler tarafından ilgi ile karşılandı. 

14 Aralık 2017 Perşembe

Jale Sancak'la Röportaj

Haldun Taner Öykü Ödülü, Duygu Asena Roman Ödülü gibi ödüllerin  sahibi Jale Sancak son kitabı Uyayan Güzel’le geçtiğimiz günlerde okurlarıyla buluştu. İçten, samimi uslubuyla umut dolu bir hikâye anlatan  Sancak’la son kitabı, yazı serüveni ve edebiyat  üzerine konuştuk. 

                                                 



-5 Şubat 1994 yılında Saraybosna’daki Pazaryeri Katliamı’nda sol bacağını kaybeden akordeon ustası, sokak çalgıcısı Romanyalı Adrian’ın yolu, 1980 darbesiyle sevdiği elinden alınan, terzilik yaparak yatalak babası Azim Bey ve yeğeni Deniz’e bakan Vahide ile Beyoğlu’nda kesişir. Savaşın, darbenin, kentsel dönüşümün, doğal felaketlerin etrafında yaşanan hayatlar. Nasıl başladı Vahide ve Adrian’ın hikâyesi?
-Bir süredir ana karakterin adım adım olumlu yönde değiştiği bir oluşum romanı yazmayı planlıyor, bir uyanışı hikâye etmeyi kuruyor, öte yandan bugünün can alıcı meselelerinden çarpık kentleşme, kâbusa dönüşen betonlaşma, çevre sorunları ve küresel felaketlerden söz etmek istiyordum. Gezi direnişiyle birlikte, son yıllarda yaşanan dönüşümler de etken oldu. Bu iki farklı ucu birbirine nasıl bağlayacağımı bulunca da karakterlerle birlikte masa başı hayatımız başladı.
-Bu topraklarda kadın olmanın zorluğunu anlatıyorsunuz, bu topraklarda kadın yazar olmanın zorlukları daha doğrusu yazar, sanatçı olmanın sıkıntıları neler?
-Bu topraklarda her şey zor. Öncelikle kadın olmak evet, ama erkek olmak, çocuk olmak, sanatçı olmak da öyle. Sanat hâlâ insanların ilgi alanlarının dışında ne yazık ki. Onu bir ihtiyaç kılamadık. Bir avuç okur, bir avuç seyirci var, gerçeklik bu. Üstüne de sanatın, sanatçının sevilmediği, özellikle de edebiyatın, tiyatronun, sinemanın öteden beri tehlikeli bulunduğu, sansürlendiği bir yerdeyiz. Baskılar, hapisler, sürgünler kapıda bekler. Zorluklara özgür ifadeyi de ekleyelim. Öte yandan yaşamak için para kazanmak, evi barkı geçindirmek zorundasınız. Okur, seyirci, sponsor vb. desteği olmadan sanatınızı icra etmeyi becerebilmeniz, sürdürebilmeniz gerekmekte. Tabii nasıl olacaksa? Yük ağır, imkânlar sıfır. Sanatçı kadınsanız, sanatçı erkeğin lükslerine sahip olmamanız da cabası. İşte böyle, açtırma kutuyu söyletme kötüyü derler ya.
-Toplumsal olayları ve insan psikolojisini ustalıkla işliyorsunuz. “Uyanan Güzel”de de Vahide ve Adrian’ın yaşadıkları sıkıntılar içinde aşkla uyanışlarını içten, samimi anlatmışsınız. Aşkın masalı, şehrin masalı diyebilir miyiz “Uyanan Güzel” için ve eklemek istedikleriniz var mı?
-İnsanın yeryüzündeki yolculuğundan bir kesit de denilebilir. Aşk, acıyla birlikte güzellikleri, sevinci, değişimi ve umudu barındırıyor içinde. Ne var ki üçüncü dünya ülkelerindeki şehirlerin masalları ya da gerçekleri yıkımlardan, yitimlerden oluşuyor. Bilim adamlarının söylediklerine dikkat kesilir, deneyimlediklerimiz üzerine düşünürsek dünyanın hikâyesinin pek de mutlu sonla noktalanmayacağını kavrayabiliriz kanımca.
-Selim İleri sizin için yazısında “yola çıkarken kırık hayatlar’dan söz açmayı yeğlemişti; şimdilerde daha acı, daha ezgin söylemleri dile getiriyor” diyor. Bu söylemleri dile getirirken umut, ümit her zaman var “Uyanan Güzel”de olduğu gibi. Bunu nasıl başarıyorsunuz?
-“Uyanan Güzel” sizin de belirttiğiniz gibi umutlu bir anlatı. Çünkü olumsuzdan olumluya giden bir değişim romanı. Bu nedenle de içerikle söyleme biçiminin, dilin bir bütünlük oluşturması, birbirini tutması gerekiyordu. Böyle bir dengeyi hedefledim yazarken.
-Olaylar kısa bir zaman diliminde geçiyor ama karakterlerin kendi kendine konuşmalarından geçmişlerini öğreniyoruz. Dil ve anlatımdaki ustalık bu oluyor galiba?
-Evet durumun içinde kalarak, karakterlerin iç monologlarıyla geçmiş hayatlarını, bir başka deyişle özel tarihlerini, onları o noktaya getiren nedenleri ve toplumsal meseleleri anımsama biçiminde anlatmayı yeğledim. Kısa, dar zaman anlatısı için güzel bir imkân sağladığını düşünüyorum bu tür bir biçimlemenin. Okurun karakteri daha iyi anlamasını kolaylaştırdığını da düşünüyorum.
-Öykücü olarak tanımlanmanız için neler söylemek istersiniz? Edebiyatınızda veya şöyle sorayım, hayatınızda öykünün yeri nedir?
-Çok uzun yıllar boyunca ağırlıklı olarak öykü yazdım, halen de yazmaktayım. Ara ara söyleşi kitapları hazırladım, radyo ve tiyatro oyunları da yazdım. Sonra da son iki roman, ne var ki en çok sevdiğim, yazmaktan vazgeçemeyeceğim tür öykü.
-“Büyülü gerçeklik vardır” öykülerimde diyorsunuz biraz açar mısınız, nedir “büyülü gerçeklik”?
-Büyülü gerçekçilikte düşsel ile gerçek iç içe geçer, masalsı bir atmosfer yaratılır, tuhaf veya gerçekdışı olan normalleştirilir. Bir başka deyişle olağanüstü olaylar veya durumlar gerçekliğin tam ortasında, gündelik hayatın içinde doğalmışcasına yer alırlar. Ben de bazen daha yaratıcı bir metin oluşturabilmek için büyülü gerçekçilik türünde yazıyorum. İnsanın muhteşem düş gücünün, yaratıcılığının ürünü olan bu tür yapıtları okumaktan da keyif alıyorum.

                                                                   

-“Uyanan Güzel”de “Gri Şehir Masalı” ile başlayan ve aralarda devam eden çift katmanlı bir anlatım hakim. Bu kurguyu özellikle mi tercih ettiniz? Bununla birlikte sormak istediğim diğer soru, önce konu ve o konuya uygun anlatım şeklini mi tercih ediyorsunuz?
-Her zaman böyle bir sıralama olmuyor ama diyelim ki temayı, ana çatışmayı belirledim, hemen ardından peki nasıl anlatmalıyım sorusu geliyor. Bu durumda da anlatım biçimi ve olay örgüsü üstüne düşünüp bir karar veriyorum. Tabii ki yazma sürecinde bu karar değişebilir de. Söz ettiğiniz paralel kurguyu ise, hem şehrin romanda önemli kahramanlardan biri oluşu, hem de şehir ile kahramanların ruhsal ve fiziksel durumların benzerliği nedeniyle oluşturdum.
-Yazma serüveniniz nasıl başladı?
-Epeyce erken yaşlarda, kitaba düşkün aile ortamının ve çocukluk döneminde okuduğum kitapların etkisiyle şiir yazmaya başladım. İlk gençlik dönemimde ise yazma konusunda kararımı vermiştim bile. Bir süre şiirle uğraştıktan sonra da öykü ile devam ettim.
- Yazı, yazma üzerine atölyeler yapıyorsunuz. Bu atölyeler bazen çok tartışılıyor. Neler düşünüyorsunuz?
-Tartışmanın haklı ve haksız yanları var. Atölye bolluğundan geçilmiyor, hemen herkes atölye açıyor, çünkü az ya da çok para kazanılıyor. Özgürler elbette açabilirler, ne var ki atölye yürütücülerinin bir kısmı ehil değiller. Bu noktada sahtecilik mevcut. Katılımcılara pek bir yarar sağlamıyor bence. Öte yanda eğer atölyeyi yazıya emek vermiş, nitelikli ürünler yaratmış edebiyatçılar açıyorsa hayli yararlı olacağını düşünüyorum. Atölyeler katılımcıların edebiyatla hemhal olmalarına, teknik meseleleri kavramalarına, okunabilir metinler yazılmasına ve iyi okur olmalarına katkı sağlıyorlar.
- Nasıl yazıyorsunuz, yazma rutininiz var mı? Yazmak isteyenlere neler söylersiniz?
-Ben bu konuda epeyce disiplinliyimdir. Ara ara değil hemen her gün, düzenli yazarım. Daha çok geceleri çalışırım. Yazmak isteyenlere devamlılığın çok yaralı olduğunu, okudukça ve yazdıkça gelişilebileceğini söyleyebilirim ancak.
-Nelerden esinlenirsiniz? Sizi etkileyen filmler, müzikler, kitaplar, yazarlar hangileri?
-Hayat, insan, mekân, atmosfer, resim başlıca esin kaynaklarımdır. Pek çok kitap, yazar, film olmuştur etkilendiğim. Zeki Demirkubuz, Angelopoulos sineması, Fellini’nin kimi filmleri, Ettore Scola’nın Özel Bir Gün’ ilk aklıma gelenler. Gene Bachmann, Thomas Bernhard, Christa Wolf, Tabucchi, Faulkner de öyle. Türkçe edebiyattan uzun bir liste olur yazarsam. Schubert, tüm saz semaileri, Joan Baez, Bob Dylan, birçok dünya müziği. Güzellikler, değerler öyle pek de az değil çünkü.
-Galapera Sanatevi’nin kurucususunuz. Tiyatro Kara Kutu’da yazdığınız tek kişilik oyunu yönetip oynadınız. Yeni projeleriniz var mı?
-Şimdi bir oyun yazıyorum Tiyatro Kara Kutu için. Onu bitirdikten sonra da yazılmayı bekleyen öykülere gelecek sıra.






Louıs Khan’a Yeni/den Bakış

                                                        Louıs Khan’a Yeni/den Bakış
                                       Cemal Emden’in Fotoğrafları- Çizimler ve Resimler

                                            


Pera Müzesi, 7 Aralık 2017 – 4 Mart 2018 tarihleri arasında küratörlüğünü mimar N. Müge Cengizkan’ın, tasarımını Bülent Erkmen’in üstlendiği, mimar ve fotoğraf sanatçısı Cengiz Emden’in belgelediği, 20. yüzyıl dünya mimarlığının önemli isimlerinden Amerikalı mimar, düşünür ve sanatçı  Kahn’ın yapıtlarına ve sanatsal çalışmalarına odaklanıyor. Sergi, Kahn’ın tüm yaşamını geçirdiği, çalıştığı ve eğitmenlik yaptığı Pensilvanya’nın yanı sıra Dakka ve Ahmedabad’da bulunan mimari yapıtlarına ait çizim ve fotoğraflar ile Avrupa seyahatlerinde gerçekleştirdiği karakalem, pastel ve suluboya ile ürettiği eskizleri bir araya getiriyor. “”Işıkla tektonik”, “Yeri kurmak”, “Programı yoğurmak” temaları çerçevesinde kurulan sergi kapsamında, bir dönem  Amerika’da öğrencisi olmuş Orta Doğu Teknik Üniversitesi kökenli mimar-eğitimcilerin deneyim ve düşüncelerini paylaştıkları kısa filmler ile Kahn’ın yazdığı veya Kahn üzerine yazılan kitaplardan bir seçki de sunuluyor.
Mimar ve fotoğrafçı Cemal Emden, Kahn’ın tüm yaşamını geçirdiği, çalıştığı ve eğitmenlik yaptığı Pensilvanya’dan, Dakka ve Ahmedabad’a önemli yapı ve yerleşkeleri, Kahn yapılarına yeniden ve yeni bir gözle bakmak için fotoğrafladı. Sergi, Kahn’ın yapılarına yeniden bakan fotoğrafı merkezine alıyor ve sanatseverlere sunıyor.
Louis Kahn ismi 20. Yüzyıl dünya mimarlığının önemli aktörleriye birlikte anılan, ancak üretimi ve söylemini kategorize etmesi görece zor bir mimar, düşünür, sanatçı, bir  “mimarlık gurusu”. Amerika’da 1950’ler ile 1970’ler arasında sürdürdüğü görece “geç parlayan erken yaşta biten” mimarlık kariyeri, ardında yoğun ve etkili bir miras bırakır. Mimari yapıtlarında, kendine özgü deyişlerinde ve resimlerinde, amansız biçimde başlangıçların, ebedi gerçeklerin ölçülebilen ve ölçülemeyen değerlerin, yani kendi sözleriyle ışık ve sessizliğin izlerini sürer. Mimarlık ürünleri kadar karakalem ve suluboya ağırlıklı resim ve eskizleri de kaydadeğer bir bütün oluşturur.
                                                   

Kahn, 1901 yılında, tüm yaşamını geçireceği, âşık olacağı ve yaşama veda edeceği Philadelphia’dan uzakta, Rusya’nın Pärnu kentinde Yahudi bir aileye doğar. Beş yaşındayken ailesiyle birlikte Amerika’ya göç ederler. Pensilvanya Üniversitesi, Güzel Sanatlar  Okulu’nu üstün başarı ödülü ile 1924’te tamamlar. 1950’lerde Kahn mimarlığının kırılma noktası Trenton Hamamı oluştursa da, kendisine uluslararası tanınırlık kazandıracak olan  Alfred Newton Richards Tıbbi Araştırmalar Binası’dır. Ahmedabad’dan Philadelphia’ya dönerken, New York Tren İstasyonu’nda geçirdiği kalp krizi sonucu 1974 yılında hayatını kaybeder. Yaşama veda ederken ardında üç çocuk ve 50’li yaşlarında geç başlayan, kısa ama verimli mimarlık üretiminin en aktif döneminde kaybının yarattığı hüzün kalır.
Kahn, zamanın ötesinde bir mimarlık arayışında, yapılarının içinde yaşayanları olduğu kadar ışığı, strüktürü, malzemeyi de onurlandırması gerektiğine inanır. “Neredeyse konuşan” çizimleri onun zihnine bir yolculuğa izin verir. Kahn iyi bir mimar olduğu kadar iyi bir eğitimcidir, birinin diğerinden bir adım öne çıkmadığı söylenir.
                                                 


Sergiye eşlik eden, editörlüğünü N. Müge Cengizkan’ın, tasarımını Bülent Erkmen’in yaptığı katalog, N.Müge Cengizkan, Jale Erzen, Ahmet Gülgönen, Gönül Aslanoğlu Evyapan, Neslihan Dostoğlu, Cengiz Yetken, Yıldırım Yavuz, Orhan Özgüner’in makalelerinin yanı sıra, Kahn’ın Türkçe’ye ilk kez çevrilen kült metinlerinden “Sessizlik ve Işık”, “Oda, Sokak ve İnsanlığın Uzlaşısı” ve “ Mimarlıkta Kanun ve Kural”ı içeriyor.

Sergi 4 Mart 2018 tarihine kadar ziyaret edilebilir. 

1 Aralık 2017 Cuma

Füreya Koral Retrospektif Sergisi



                                       

İlk çağdaş seramik sanatçılarından Füreya Koral’ın aramızdan ayrılışının 20. yılı anısına, 60. yılını kutlayan Kale Grubu,  Füreya’yı “anmak kadar anlamak” gerektiğininde önemini vurgulayarak  Füreya’ya özgü bir bakış açısı ile sanatçıyı Akaretler’deki Sıraevler’de sanatseverlerle buluşturuyor.  
Karoly Aliotti, Nilüfer Şaşmazer ve Farah Aksoy küratörlüğünde gerçekleşen en kapsamlı retrospektif sergide, sadece Füreya’nın ürettiği seramik nesneler, tabaklar, porselenler ve duvar panoları değil; aynı zamanda fotoğrafları, kişisel eşyaları ile aile bireylerine dair bilgi ve belgelerde sunuluyor.
Sanatı müzelere “hapsetmeye” karşı çıkan sanatçının ölümünden sonra birçok üretimi Türkiye’nin dört bir yanına dağılsa da bu sergide farklı kaynaklardan toplanarak bir araya getirilen eserler, Füreya Koral sanatı ve seramik anlayışı hakkında ziyaretçilere kapsamlı fikir veriyor.
Füreya Koral, dağılan bir imparatorluğun ve yeni açılan bir çağın çocuğu olarak 2 Haziran 1910 tarihinde Şakir Paşa ailesinin üyesi olarak  Büyükada’da doğar. Hem Osmanlı yaşam kültürünü, hem de Cumhuriyet kültürünü benimser.
Kuşaktan kuşağa aktarılan sanat, tarih, edebiyat, müzik sevgisi içinde büyür.Teyzeleri Fahrelnisa ve Aliye ile beraber evde keman dersleri almaya başlar, daha sonra Notre Dame de Sion  Fransız Lisesi’nin ilkokuluna kaydolur. 1929 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne başlayan Koral babasının hastalığı  nedeniyle ailenin maddi durumu kötüleşince mezun olmadan okuldan ayrılır. 1930’da Bursalı Selahattin Karacabey ile Büyükada’da evlenir ve Bursa’ya taşınır. Kısa sürede boşanarak İstanbul’a ailesinin yanına taşınır. 1935’de kendisinden yaşça büyük olan Kılıç Ali ile evlenen Füreya, Ankara, Yenişehir’de yaşamaya başlar. 1938’e kadar Mustafa Kemal’in yakın çevresinde bulunur. Mustafa Kemal’in vefatının ardından tekrar İstanbul’a taşınır. Füreya’ya 1947 yılında verem teşhisi konur. İsviçre’deki sanatoryumda Polonyalı bir sanatçıdan resim dersleri alır, daha sonra teyzeleri Fahrelnisa ve Aliye’nin gönderdiği malzemelerle seramik denemelerine başlar. Böylece  sanatoryumda, benliğinin tüm parçalarını bulup  onu iyileştirecek olan seramikle tanışır. İsviçre’deki tedavisinin ardından gittiği Paris’te, Fransız eleştirmen Jacques Lassaigne ile tanışan Füreya, daha sonra yakın dostu olan eleştirmenin kaleme aldığı hikayelerin bulunduğu defterlere  çoğu gece temalı desenleriyle katkıda bulunur.  1951’deki ilk seramik çalışmalarından biri olan kitap formundaki  eserde, Baudelaire’nin “Şu yıldızlar olmasa, ey Gece! Işıkları/ Bildik bir dille konuşan, bayılırdım sana!/ Tutkunum ben çünkü boş, kara , çıplak olana! (çeviri:Sait Maden) mısralarını yazar.
Paris’te bulunduğu dönemde seramik çalışmaları yapmanın yanı sıra bir litografi atölyesine  de devam eden Füreya, burada 1950-51 tarihli bir dizi eser ürettir ve bu eserlerini 1951’de Galerie M.A.I.’ de açtığı ilk sergide sergiler. Daha sonraları ise teyzesi  Ali’ye Berger’in litografileriyle adını duyurmaya başlamasının üzerine litografi yapmayı bir kenara bırakarak seramiğe yoğunlaşır.
Paris dönüşü Kılıç Ali ile Harbiye’ye yerleşir. 1954 yılında sanat üretiminin bir parçası olan bohem hayatını kabul edemeyen Kılıç Ali ile boşanır.
1950’li yılların ortalarından 1970’lerin sonuna uzanan süreçte, Füreya aile ve arkadaş çevresine özel olarak tabaklar, kaseler, vazolar ve kahve fincanları başta olmak üzere günlük hayatta kullanılan çeşitli objeler tasarlar. 1950’lerin sınırlı imkanlarıyla üretim yaptığı dönemde Göksu’da konumlanan Hasan Togay Çömlek Atölyesi’nden temin ettiği malzeme ve teknik yardımla sayısız ev içi objesi üretir. Farklı teknik ve sır denemelerinin de görüldüğü objeler, aynı zamanda sanatçının maddi geçim kaynaklarından birini oluşturur. Füreya için tabaklar, resim-seramik ilişkisi bağlamında sınırların araştırıldığı başlıca formlardan biridir. Sanatçı, 1200-1300 derece ısıda fırınlanan çamurun kırınganlığını kaybederek dirençli ve az gözenekli hale geldiği tekniğe verilen ad olan gre(stoneware) ile 1970’lerin sonunda balık, kuş, çiçek, ağaç gibi doğa figürlerine sahip tabaklar tasarlamanın yanı sıra, soyut kompozisyonlu tabaklar da ürettir. “.. Bu tabakları, yemek tabağı olarak düşledim. Duvar tabağı olarak düşledim. Gre tekniğiyle gerçekleştirdiğim içinde bu tekniğin gereği yüksek ateş dolayısıyla çok az renk kullandım. Üçü beşi bir duvarda bir araya geldiğinde değişik pano görüntüsü verdiler. Böylece seramiği evlerin içine, duvarlarına sokmuş oldum.” diyerek düşüncelerini dile getirir.
                                                         

Seramiğin evlere dahil olması ve günlük yaşamda kullanılabilmesi gayesini savunan Füreya, sehpa üzerine ve şömine etrafına özel pano tasarımları da gerçekleştirir. İstanbul ve Ankara’da çarşı, han ve diğer kamusal mekanların içinde bulunduğu çok sayıda mimari yapı için büyük panolar üretir. 1954-1975 yılları arasında ürettiği büyük ebatlı seramik duvar panolarının bazılarının izi bugün sürülemiyor.
1973 yılında Arif Paşa apartmanının girişine taşınır. Bu süreçte gerekli masrafları karşılamak için elinde kalan birçok mobilya ve eşyayı satışa çıkarır. Burada dairesinin penceresinden gördüğü sıra evlerden aldığı ilhamla yeni bir seriye başlar. Seramik sanatının doğası gereği üretmiş olduğu evlerin formunda var olan iç-dış ayrımı, yaşamının son evresinde  artık bir parçası olmadığını fark ettiği yeni toplumun  hız ve yapısına dair gözlemleriyle, ‘içi boş’ insan figürlerinden oluşacak bir heykel serisinin de temelini oluşturur.  1980-85 yıllarında en çok bilinen çalışmalarından olan “Evler” serisini üretir. 1990 yılında “Yürüyen İnsanlar” adlı pişmiş toprak heykelcikleri üretir.
                                                   

 Füreya, 1964 yılında teyzesi Fahrelnissa’ya yazdığı mektubunda,”Tüm bunları yapmış olduğuma hâlâ şaşırıyorum. Bu cesaretten de ötesi...” diye yazar ve ekler: “Bir iki ay önce Osmanbey’deki yeni bir bankanın küçük duvarını seramikle süslememi istediler, duvara çizmek gerekiyordu; ben de iskelelerin üstüne çıktım ve yanımda işçilerle orada işimi yaptım. Uzun zaman önce Londra’da ya da Paris’te iken bana ‘Seni yanında mimarlar ve işçilerle birlikte büyük binaların üstündeki iskelelerde görüyorum’ dediğin günü hatırladım. O zamanlar söylediklerin o kadar imkansız, uzak görünmüştü ki... Bunu yapabilecek miyim, demiştim kendi kendime. İyi tahmin etmişsin, bugün neredeyse sadece hep çok arzuladığım ve uğruna büyük fedakarlıklar yaptığım bu tür çalışmaları yapıyorum. 1951’de, İstanbul’daki ilk sergimde ressamlar bana seramiği mimariye tekrar dahil etme fikrinizi asla kabul ettiremezsiniz demişlerdi; işte oldu; artık büyük bir bina olduğu anda duvarlara seramik yaptırmaya başladılar.”
1992 yılında Yavuz Turgul’un “Gölge Oyunu” adlı filminde Şener Şen ve Şevket Altuğ ile birlikte kısa bir sahnede rol alır. İlk evliliği sırasında iki kere hamile kalır, iki çocuğunu da kaybeder. İçinde kalan çocuk özlemini  kardeşinin kızı Sara ile giderir. Onu nüfusuna geçirir ve seramik dışında kalan hayatını ona ayırır.

                                      

1997, 25 Ağustos’ta vefat eder. Arif Paşa Apartmanı’ndaki evinde, büyük amcası Sadrazam Cevat Şakir Paşa’dan kalan koltukta, elinden hiç düşürmediği sigarası ile. Şimdi yaşama başladığı yerde, Büyükada’nın çamları altında, büyük babası Şakir Paşa’nın yaptırdığı Müslüman Mezarlığı’ndaki aile kabristanında yatıyor.
Doğu ile batı kültürünü eşsiz bir şekilde sentezleyen, Akdeniz turkuazına tutkun bir seramikçi olan Füreya’nın 200’e yakın eserinin bir araya getirildiği sergi 18 Kasım 2017- 18 Ocak 2018 tarihleri arasında ziyaret edilebilir.

*Sergi metinleri kaynak olarak kullanılmıştır.