7 Ekim 2018 Pazar

Güdü/El Autor


                                                           



Yönetmenliğini Manuel Martin Cuenca’nın yaptığı Güdü/ El Autor,  İspanya- Meksika ortak yapımı. Hikâye 2017 yazında Sevilla’da geçiyor. Noterde çalışan-avukat  Alvaro, üç yıldır yazarlık atölyelerine katılmaktadır  ve en büyük hayali edebi bir kitap yazmaktır. O büyük bir çaba içerisinde yazmaya çalışırken eşi Amanda bestseller  kitap yazar ve ödüller alır. Hayal gücünden yoksun olarak tanımlayabileceğimiz Alvaro, eşi tarafından aldatılınca başka bir daireye taşınır. Devamlı yazma halinde olan ve diğer büyük edebi eserlerden ilham almaya çalışan  yazar adayına atöye hocası şu cümleyi kullanır:
“Kitaplar okumak için yazılır. İlham almanız için yapmanız gereken yaşamak, kahrolsun yaşayın! Gözlemleyin, dileyin.”
“Dışarı çık, hikâyeler ara” diyen hocasının yönlendirmesi ile işe yaşadığı apartmandaki komşuları ile başlar. Ama yaptığı onları gözlemlemekten çıkar ve yazacağı romana ilham sağlamak için onların hayatlarını istediği gibi yönlendirmeye başlar.
Atölyeden yazarlık üzerine notlar;
-Hikâyenin ana kısmı ne?
-Yaşamak, gözlemlemek, dinlemel, araştırmak, aramak
-Diyalog, ifadeler, sesler
-Karakter yazmanın ne kadar zor olduğu
-Doruk noktası – çatışma
Atölye hocasının, “yazar olacak kadar cesur değilsin” sözü üzerine Alvaro, bu uğurda taşındığı apartmanda kapıcılık yapan bayanla başlayan önce arkadaşlık sonra sevgililik ilişkisini kullanarak diğer komşularının -asker emeklisi ve Meksika’dan göç  eden çift- hayatlarını romanına malzeme olacak şekilde yönlendirmeye başlar. Sonu tam istediği gibi olmasa da iyi hikâyeler çıkarır.
Benim için filmin en güzel sahnelerinden biri yazdığı bölümü print olarak aldığı alda onları eline alıp koklaması oldu.
Javier Gutıérrez ve Maria Leon’un başrolerinde oynadığı film duyguları yansıtma, çekim açıları  açısından bir festival filmi izliyormuşsun etkisi veriyor.

18 Ağustos 2018 Cumartesi

Bacon

                         "HER ŞEY ÇOK ANLAMSIZ. BARİ SIRA DIŞI OLALIM." Francis Bacon
                                       


1909’da Dublin’de beş kardeşin ikincisi olarak doğan Bacon, ağır astım hastasıdır. Konuşmayı çok seven bir adam olan Bacon, çocukluğu hakkında çok konuşmamıştır. Francis, on altı yaşındayken babası, annesinin iç çamaşırlarını giydiğini fark edip evden kovar ve annesinden aldığı haftalık üç sterlin  harçlık ile Londra’ya daha sonra Stefan Zweig’in deyimiyle “modern dünyanın Babili” olan Berlin’e gider. Bir süre sonra bir planı olmadan kendini Paris’e bulur. Paris’te şansı dönen Bacon’u Madam Baocquent  yanına alır. Ona kol kanat gerer,Fransızca öğretir, Paris’teki etkinliklere ve müzelere götürür.
Gördüğü her şey ona heyecan verir. Ancak ona ressam olmayı düşündüren şey, söylediğine göre, Picasso’nun çalışmaları olur. Picasso,Bacon’un büyük kahramanıdır. 1928’in sonuna kadar Paris’te kalır, tekrar Londra’ya gider. Bu dönemde Avustralyalı sanatçı Roy de Maistre ile epey zaman geçirir. De Maistre iç mimarlık da yapmış başarılı bir ressamdır.
Sanat okulunda eğitim alamayan Bacon,  insan davranışlarını gözlemlemeyi sever.  Zihni ve atölyesi farklı kaynaklardan topladığı görsellere doluydu; sinema, tıbbi literatür, sanat galerileri, günlük yaşam. Bu görsellerin bazıları , bazen bilerek bazen de farkında olmadan sanatçının tablolarının konusu olmuştur. “Her şeye baktığımı unutmayın” derdi. “Gördüğüm her şeyi çok iyi özümsüyorum. Nihayetinde tablolarımdaki imgelerin nerden geldiğini kimse bilmiyor, ben bile.”
“Resim yapmak hem zahmetli bir iş hem de şans gerektiriyor” derdi. Bazen istediği sonucu alıyordu, ama genellikle hiçbir şeye benzemiyorlardı. Ona göre başarılı resimler “duyuları harekete geçiren”, zihni atlayarak doğrudan “sinir sistemine” hitap edenlerdi.
Bacon’ın ilk sergileri ve sergilerinin içeriği ile ilgili halen net bir bilgiye ulaşılamıyor. İlk gerçek çıkışını, Herbet Read’ın kitabı Art Now’da yer alan Çarmıha Geriliş isimli tablosuyla yapmıştır.
Bir Çarmıha Gerilişin Kaidesi Üstündeki Üç Figür Çalışması,  1944 yılında tamamlanıp sonraki yılın ilkbaharında Londra’da karma sergide yer alır. Eser, görenleri dehşete düşürüp Bacon’ın ressam olarak tanınmasını sağlar.O sırada orada olan eleştirmen John Russell’in deyimiyle, “imgeler öyle rahatsız edici korkunçluktaydı ki onları görür görmez aklınız yerinden çıkıyordu”. Russel, “Ne bu yaratıkları ne de bize hissettirdiklerini anlatmaya kelimeler yetmez” diye yazmıştı. Bu tabloda tamamıyla hayvan olamayacak kadar insani, hepsi sülük gibi kör ve uzuvsuz biçimde, yaralı, engelli, dişsiz, tuhaf üç figür bulunur; onlara yaklaşan ya da tehdit eden her neyse saldırmaya hazır gibi görünürler. İsa’nın çarmıha gerilişinin geleneksel temsillerinde azizlerin ya da kederli annenin durduğu yerde, görülmeyen bir çarmıhın altındadırlar.
                                                     

Bacon’un belki de bilindik tek tekniği, figürlerini sınırları ince çizgilerle belirlenmiş bir çeşit saydam “kutu” içine koymasıdır. Bu bazen “uzay çerçevesi” bazen de “kafes” olarak adlandırılır. Bacon bu kutuları 1940’ların sonlarında kullanmaya başlayıp kariyeri boyunca devam etmişti. Bu tekniği neden kullandığı ile ile ilgili – görsele odaklanıp onu daha iyi görebilmek amacıyla tuvalin ölçeğini azaltmak için kulandığı- açıklamasını yapmıştı.
1950’lerin sonlarında her yılın bir bölümünü Kuzey Afrika şehri Tanca’da geçirdi. 1961 yılı sonbaharında hayatının sonuna kadar yaşayacağı Reece Mews, numara 7, Güney Kensington adresine taşındı. Bacon’un yaşam ve çalışma ortamı sefilliğin lüksle birleşimiydi.
1960 ve 70’lerde giderek daha fazla portre çalışmaya başlar. Modelleri genellikle yakından tanıdığı insanlardı. Onları iyi tanıdığı için resimlerini yaparken orada olmalarına ihtiyaç duymuyordu. Hafızasına ya da fotoğraflarına dayanarak resmetmeyi tercih ediyordu.
                                               

1963 yılında en bilinen ve en iyi eserlerinden bazılarının modeli haline dönüşecek olan George Dyer ile tanıştı.  Yarık ağzı, düzgün fiziğiyle zayıf bir karaktere sahip olan Dyer’ı Bacon, tanıştığı en güzel adam olarak tasvir ediyordu. Dyer’ın portreleriyle dolu sergileri büyük beğeni topluyordu, öldüğünde  ölümünü resmederek onu “sisteminden çıkarmak” istediğini söylemiştir. Ölümü takip eden yıllarda, 70’lerin başında yaptığı otoportrelerde ise Bacon tek başına sandalyede oturur. Bu eserlerde odanın sade donanımı- lavabo, muşambalar, elektrik düğmesi, tavandan sarkan lamba, yerdeki gazete- varoluşsal anlamsızlığa kinaye yollu ir gönderme yapıyordu. 70’lerin ortelerına doğru Bacon, John Edwards’la tanıştı ve arkadaşlık sanatçının yaşamına bir sakinlik getirdi. 70’lerin sonu ve 80’lerin başında manzara resimleri yapmayı denedi. 1984’te Paris’te gerçekleşen bir sergisi hayranlarının akınına uğramıştı. Evinin duvarlarında “SENDEN DAHA İYİ OLAN TEK KİŞİ FRANCIS BACON” yazıyordu. 80’lerin sonunda sağlığı bozulmaya başladı. 1992 yılının Nisan ayında Madrid’de yaptıkları gezi sırasında hastalandı ve kalp krizi sonucu öldü.
Bacon’ın kendi resminden söz ederken her zaman kullandığı sözcüklerin (kaza, hamlık, lekeler) çiftanlamlılığı hatta belki kendi isminin taşıdığı çift anlam, sanki bir saplantının, büyük olasılıkla kendinin bilincine varmaya ilk başladığı zamana denk düşen bir deneyime ait sözcük dağarcığının bir parçasıdır. Bacon’un yapıtlarının, Batılı adamın acılı yalnızlığının ifadesi olduğu söylenir. Resimlerindeki figürler, cam sandıklarda, saf renkten oluşan geniş alanlarda, hatta kendi içlerinde yalıtılmıştır.
Kaynak:
-İşte Bacon, Kıtty Hauser,  Hepkitap, 2017
-Portreler, John Berger, Metis,2018


Nazlı Gürkaş'la "Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan"


                                                    


Nazlı Gürkaş’la Hepkitap etiketi ile çıkan ve roman gibi okunabilen seyahat anlatısı olarak değerlendirdiği “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan” üzerine konuştuk.
-Selanik’teki yakın arkadaşınız “Felis na fai olo o kozmos Nazli mou” demiş size; “Bütün dünyayı yemek istiyorsun Nazlım”. Bu, hayata karşı merakı, şevki, heyecanı hiç bitmeyen insanlar için kullanılan bir tabirmiş. Nasıl biridir Nazlı Gürkaş, tanıyalım sizi?
1988 yılında mutlu insanlar şehri Kırklareli’de doğdum. Uludağ Üniversitesi’nde İngilizce Öğretmenliği bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisansımı Barselona’da gazetecilik ve iletişimde araştırma üzerine yaptım. İtalya, Yunanistan ve İspanya’da yaşadım. 2013 yılında Türkiye’ye döndükten sonra Kalem Ajans’ta edebiyat ajanı olarak çalışmaya başladım. Bu, edebiyat ve seyahat tutkularımı birleştirebildiğim bir meslek olduğu için şanslı hissediyorum.  Son beş yıldır iyi kitaplar peşinde dünyanın çeşitli köşelerine seyahat ediyorum. Seyahatlerim yerel kültür, yemek, fotoğraf gibi birçok tutkumu birleştirme şansını veriyor bana. İzlenimlerimi ve deneyimlerimi de kısa hikâyeler yazarak Instagram üzerinden @seyahatsanati hesabımdan paylaşıyorum.
-Rodos’tan Santorini’ye gitmek üzere bindiğiniz feribotta tesadüfen tanıştığınız bir ailenin ani davetiyle Girit’teki bir köy düğününe uzanan ve orada geçirilen bir haftada bir köy dolusu dost ve “yeni bir aile” ile sonuçlanan rüya gibi anıların bulunduğu bir kitap “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”. Okuyucuyu neler, hangi maceralar bekliyor?
Okurları bir rehberden öte roman gibi okunabilen bir seyahat anlatısı bekliyor. Yunanistan’a attığım ilk adımdan itibaren ülkenin hayatıma katacağı sürprizlere açıktım. Böylece kendimi Girit’te bir köy düğününde de buldum, ailelerle Noel, Paskalya gibi özel günler de kutladım. Pek çok ada dolaştım; ancak en çok anakaradaki minicik köyleri sevdim. En güzel anılarım hep kimsenin yolunun düşmediği yerlere ait.  Okurlar, bu kitapta Yunanistan’ın adalardan, tavernalardan ve siestadan çok daha ötesine uzanan derinliğini bulacaklar. Mübadelenin getirdiği acıların yıllara direnen gözyaşlarıyla ortalığa döküldüğü anlara şahit olup hiç adı duyulmamış şehir ve kasabalardaki yaşantıya tanıklık edecekler. Bir sırt çantasına attığımız birkaç parça eşyayla rüzgârın götürdüğü yere gittiğimizde seyahatlerimizin ne kadar derinleştiğini ve bunların nasıl da hayatlarımızı dönüştürücü güce sahip olduklarını görecekler.
                                                      

-İlk seyahatinizi hatırlıyor musunuz ya da şöyle sorayım hatırladığınız ilk seyahatiniz hangisi ve neler var aklınızda o seyahate dair?
Hayatımdaki ilk seyahat anım sekiz yaşıma uzanıyor. Ailemle birlikte minibüsten bozma bir karavanla 10 günlük bir Akdeniz turuna çıkmıştık. Kırklareli’den Ege ve Akdeniz sahil şeridini takip ederek Antalya’da Adrasan’a kadar seyahat etmiştik, sonra da Pamukkale üzerinden dönüşe geçtik. Restoranlarda yemek yediğimizi pek hatırlamıyorum, kamp sandalyelerimizi en güzel manzaralı yere kurup yiyeceklerimizi kendimiz hazırlıyorduk çoğunlukla. Her sabah farklı bir şehirde, köyde açıyorduk gözümüzü. Bu seyahate çıkmadan önce babam bana minik bir defter verip gezip gördüğümüz yerlere dair notlar tutmanı istemişti. O karavan seyahati beni o yaşta öylesine etkiledi ki her gün en az bir saatimi yazmaya ayırdığımı hatırlıyorum. Serbest kompozisyon yazma derslerimizde de sürekli o seyahati anlatır hale gelmiştim. Daha o zamanlar bu tutku içime girmiş demek ki, bir daha hiç terk etmedi beni.
-“Neden Yunanistan” diye bölüm var kitabınızda ama yine de öğrenmek isterim neden Yunanistan?
Yunanistan, bir Trakyalı olarak çok eskiden beri aşina olduğum bir ülkeydi ancak orada 1 yıl yaşama fikri karşıma çıkan öğretmenlik projesi sayesinde oldu. Bir Amerikan tarım okulunda Yunan öğrencilere Türkçe öğrettim; onlardan Yunanca öğrendim. Okulun uygulamalı tarım derslerine birlikte katıldık, bahçeleri ekip biçtik, birlikte yemekler yaptık, yerel dansları öğrendik. Katılma şansı bulduğum bu proje sayesinde Yunanistan’da hayatımın en güzel yıllarından birini yaşadım, ömürlük dostlar edindim.
-33 yeri anlatıyorsunuz kitabınızda. Nasıl çizdiniz bu rotayı, nasıl ortaya çıktı?
Aslında ben Yunanistan’a ilk adım attığımda hiçbir rota çizmemiştim kendime; sadece öğretmenlik yapmaya başlamadan önce birkaç farklı yer görmek istiyordum. Nitekim iyi ki net bir plana sadık kalmamışım. Bu sayede bir kitaba dönüşmesi gerektiğini düşündürecek harika şeyler yaşadım.  Selanik’te çalışırken öğrencilerim beni hafta sonunu birlikte geçirmek için aile evlerine davet ettiler. Bu sayede turistlerin aklına gelmeyecek şehirlere, köylere gittim. Türkçe derslerinden kazandığım harçlıklarla her fırsatta seyahat ettim ve böylece kocaman bir harita çıktı ortaya.
- Hazırlık sürecinde 2.987 adet kahve fincanının dolup taştığını biliyoruz. Ne kadar sürede yazıldı “Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan”? Başka neler yaşandı bu süreçte?
Bu kitap 1,5 yılda yazıldı. Karşımıza çıkan çok güzel bir fırsat sayesinde eşimle birlikte birkaç yıllığına Türkiye’nin en güneyine, İskenderun’a taşınma şansımız oldu. Orada bahçesinde limon ve zeytin ağaçları olan bir evde yaşadık. Kahve kokusuyla dolu evimizde huzur içinde anılarıma gömülüp yazma fırsatım oldu. Bahçemizde bakımını üstlendiğimiz çok sayıda kedi vardı. Onlar çimenlerde mutlulukla zıplayıp oynarken ben limon ağacının altında kitabımı yazdım, oya ağacına kurulu hamağımda Yunanistan’a dair kitaplar okudum. Yunanca şarkılar o ruh haline bürünmemde en önemli yardımcılarım oldu elbette. Bazı geceler yüksek sesli Yunanca şarkılar eşliğinde evimiz tavernaya döndü, anılar sel olup aktı.
-Kitabı yazarken 4.987 adet Yunanca şarkı dinlemişsiniz ve her bölümün başında bir şarkı var. Hazırladığınız şarkı listesine internet üzerinden de ulaşılabiliyor. Seyahat, müzik ve özellikle Yunanistan ve Yunan müziği ile ilgili neler söylersiniz?
Müzik, Yunan kültürünün vazgeçilmez bir parçası. Bölüm başlarındaki şarkıları seçerken o şehirde doğup büyümüş müzisyenleri göz önünde bulundurdum. Sakız Adası ve Theodorakis nasıl ayrılamazsa Glykeria ve Kavala da birlikte gelmeli. O melodileri yaratan kişilere doğup büyüdükleri şehrin mutlaka etkisi olmuştur. “Zeytin ağacının gölgesinde Yunanistan” adında bir Spotify listesi hazırladım, yani bölümleri okurken şarkıları tek tek araştırmanıza gerek yok, listeyi açıp kitabın akışına bırakabilirsiniz kendinizi.
-Sizin hayatınızda seyahatin yerini öğrenebilir miyiz? Nerelere gitmekten hoşlanır Nazlı Gürkaş?
Seyahatler, hayatımın ana taşlarından biri. Seyahat derken sadece farklı şehirlere ya da ülkelere gitmekten bahsetmiyorum. Fotoğraf çekmek için evden çıkmak, akşam yemeğini evde yemek yerine bir piknik sepeti hazırlayıp en yakın parka, bahçeye ya da sahile gitmek bile bir seyahat benim için. Yeter ki iki gün art arda aynı şekilde geçmesin, her günü farklı kılan, diğerlerinden ayıran bir şey olsun.  Ancak farklı coğrafyalardan bahsedecek olursak, ruhuma en çok dokunan şehirler çoğunlukla Akdeniz ülkelerinde ve Latin Amerika’da.
-Seyahat edebiyatı hakkında neler söylersiniz?
Seyahat edebiyatını yakından takip etmeye çalışıyorum. Mesleğim gereği daha çok seyahat kitabının da dilimize kazandırılması için çaba harcıyorum. Yayınevlerinin de son zamanlarda listelerinde bu tarz kitaplara daha çok yer vermeleri umut verici.
-Yeni projeleriniz, bu ülkeyi de yazmak istiyorum dediğiniz yerler var mı?
Elbette! Zeytin Ağacının Gölgesinde Yunanistan, Akdeniz üçlemesinin ilk kitabı; seri İspanya ve İtalya ile devam edecek.


5 Ağustos 2018 Pazar

Marguerıte Yourcenar "Wang-Fo Nasıl Kurtuldu"


                                             

Marguerıte Yourcenar’ın Doğu Öyküleri kitabı on öyküden oluşuyor. Çevirisi Hür Yumer tarafından yapılmış ve Helikopter yayınlarından çıkmış. “Wang-Fo Nasıl Kurtuldu” kitaptaki  ilk öykü ve Yourcenar  bu öyküde  eski bir Çin kıssasından esinlendiğini söyler.
“ Yaşlı ressam Wang-Fo’yla çırağı Ling, Han Krallığı’nın yollarında ilerliyorlardı.
Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri ,  gündüzleriyse  kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yükleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendilerini değil, imgelerini severdi ve dünya da fırçaların, çini mürekkeplerin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang- fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki çizim dolu torbanın ağırlığı altında ezilen çırağı Ling, gök kubbeyi taşırmışçasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling’e bakılırsa bu torba, karlı dağlar, baharda ırmaklar ve yaz mehtabının yüzüyle doluydu.’’ …..
Resimlerle dolu bu hikâyede sadece yazarın resmettiği resimler yok, Wang- Fo’nun resimleri var, Wang- Fo’nun ressam olarak zanaatı var, Yourcenar’ın ressamlığı var.
Film havası da olan hikayenin  bir animasyonu da yapılmış. Seyrettiğimde hikâyenin o renkli, duygusal tablosunu göremedim çok daha etkili olabilirdi.  Ama gözümde canlanan Kim Ki-duk’un “İlkabahar-Yaz-Sonbahar-Kış” filminden sahneler oldu. Öyküye ait animasyon 14. Uluslararası Film Festivalinde (Kısa Canlandırma) gösterilmiş.  ( Rene Laloux, Fransa 1987)



                                             
Türk resim tarihinde önemli yeri olan Burhan Uygur’un. İstanbul Modern’in koleksiyonunda olan ve müzenin sürekli sergi alanında sergilenen Kapılar adlı eserinde bu hikâyeden esinlendiği, bu öykünün resmin yaptığı söylenir.



Hikayede ana karakter WANG , sonra Ling, İmparator sonrasında  Ling’in karısı, anne- babası, imparator’un babası  geliyor.
…”Eflatuntun duvarların gün ortasında, günbatımında bir saçak gibi yükseldiği imparatorluk sarayının kapısına vardılar. Askerler, Wang-Fo’yu kare ve çember biçiminde sayısız odadan geçirdiler.Odaların biçimleri, dişi ve erkeği, uzun ömrü, dört yönü ve iktidarın ayrıcalıklarını simgeliyordu. Kapılar müzikal bir ses çıkararak kendi eksenleri etrafında dönüyorlardı. Öyle ayarlanmışlardı ki, insan sarayı doğudan batıya doğru katederken bir gamın üzerinde yürüyor gibi oluyordu.’’….
…’’Dünya, çılgın bir ressamın boşluğa fırlattığı birtakım karmaşık lekeler yığınından, durmadan bizim gözyaşlarımızla silinen lekeler yığınından başka bir şey değil… Han Krallığı, krallıkların en güzeli değil, ve ben, imparator değilim. Hüküm sürmeye değer tek imparatorluk, senin Bin Renk ve Bin Eğri yollarından geçerek, kapılarından içeri girip hükmettiğin yer. …. Gözlerinin dağlanmasına karar verdim. Çünkü  gözlerin  Wang- Fo, senin krallığına varan yolda iki büyülü kapıdır. Ellerin de seni imparatorluğunun merkezine götüren on geçitli yol olduğuna göre, ellerinin de kesilmesine karar verdim. …
-SENDEN NEFRET ETMEMİM BİR SEBEBİ DE KENDİNİ SEVDİREBİLMİŞ OLMAN.
Bu cümle hikayenin fikir cümlesi. Kralın Wang-Fo’ya olan duygularının kesinleştiği netleştiği  noktadır.
….’’Küreklerin titreşimi azaldı, sonra yok oldu, uzakta silindi. İmparator öne doğru kaykılmış, elini gözlerine siper etmiş, gitgide uzaklaştıkça günbatımının uçuk renginde şimdi belirsiz bir lekeden başka bir şey olmayan kayığa bakıyordu. Altın rengi bir buğu yükseldi denizden, sonra yeniden denize düştü; ardından kayık, açık denizin girişini örten kayalığın burnundan dönerek yön değiştirdi, üstüne bir yarın gölgesi vurdu, denizin ıssız yüzeyinde izi silindi ve ressam Wang- fo’yla yaratmış olduğu bu mavi yeşim taşı  rengi denizde bir daha hiç görünmemek üzere kayboldular.  
Bu son cümlede, resimde,Yourcenar’ın  ressamlığını da görüyoruz. Hikâyenin diğer bölümlerinde daha çok sözcüklerle resim çizen imparator var.  Bu sondaki fantastik buluş modern bir yazarın buluşudur.
Arka kapak yazısından…”Herhangi bir okur, mesela “Wang-Fo Nasıl Kurtuldu” başlıklı ilk öyküyü okuduğunda, hakikaten selamlayacaktır edebiyatın gücünü. Güzelin niye güzel olduğunu açıklamakta zorlanırız genelde. Ben de anlatamazdım eskiden bu kitabın neden güzel olduğunu. Şimdi biliyorum: Yaratıcılığın, yeni bir şey yapmanın yani poiesis’in en has örneği bu. Uzun müddet de aşılabilecek türden değil. Güzel, bu. Tam da bu. Başdöndürücü.


27 Temmuz 2018 Cuma

Postmodernizm ve "Gölgesizler"


                                                              


Bir süre önce katıldığım bir toplantı da Egem Atik moderatörlüğünde Postmodernizm: Hasan Ali Toptaş’ın Gölgesizler Romanında Kurmacanın Mutfağı başlığı altında postmoderniz roman ve Gölgesizler’i konuşmuştuk. O toplantıdan yola çıkarak Postmodern roman ve Gölgesizler üzerine yazım:
Postmodern(izm), merkezin kaybolduğu, görüntünün belirsizleştiği, kuralların yitirildiği, mega anlatıların terk edildiği, mantıksal ve etkisel doğruluğa ihtiyaç duymayan eleştirel bir görüş biçimidir. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde Batı dünyasında mimari, resim, edebiyat ve daha birçok alanda ortaya çıkmıştır. Postmodern edebiyat ise insan deneyiminin anlamsızlaştığı,türlerin karıştığı,zaman ve mekânda kırılmaların olduğu,bireyselliğe ve öznelliğe odaklanan,geleneksel anlatı yapısının dağıldığı, şu ana  odaklanan, gerçeklik-hayal ayrımının silikleştiği, okurun yalnızlaştığı, metnin mutfağının okura açıldığı bir edebiyat türüdür.
Postmodern romanın özelliklerini listelersek; Çoğulculuk,üstkurmaca,parçalılık,metinlerarasılık,kopukluk, parodi, farklılık, polisiye ve gerilim,oyunsuluk,  tarih
Modernizm ve Postmodernizmi karşılaştırırsak;
Modernizm                                                            Postmodernizm
-form                                                                       -antiform
-amaç                                                                      -oyun
-tasarım                                                                  -rastlantı
-hiyerarşi                                                                -anarşi
-sanat nesnesi/bitmiş yapıt                                 -süreç/performans
-mesafe                                                                   -katılım
-yaratma/sentez                                                    -yaratmayı imha/antitez
-merkezlenme                                                         -dağılma
-tür-sınır                                                                   -metin-metinlerarasılık
-okunaklı(okuyucuvari)                                          -yazılabilir(yazarvari)
-anlatı/büyük tarih                                                 -anlatı karşıtı/küçük tarih
-belirlenmişlik                                                          -belirsizlik

Hasan Ali Toptaş, 1994’te yayımlanmamış romanı  Gölgesizler ile Yunus Nadi Roman ödülü alır. Hikâye İstanbul’da bir başlar. Günlük hayatından sıkılıp bunalan berber bir gün dükkândan çıkar ve yolu bir köye düşer. Köydeki berberde yıllar önce ansızın ortadan kaybolmuştur. Bunun üzerine onun dükkânı yeni berbere kiralanır ve berberin yeni hayatı başlar. Köyün en güzel kızı Güvercin de  dikkat çeken karakterlerdendir. Güvercin’de bir gün ansızın kaybolur ve gizemli hikâye böyle devam eder. Postmodern anlatımın önemli noktalarından olan yokluk düşüncesi şehirde ve köyde geçen tuhaf olaylarla ve kaybolan insanlarla aktarılmaktadır. Köyde anlatılan olaylar, anlatıcı, zaman ve mekân, kişiler farklıdır ve kahramanlar muhtar, karısı, Reşit, bekçi, ve Cıngıl Nuri’dir.
Gölgesizler neden postmodern?
Hasan Ali Toptaş’ın eserlerinde bütünlüklü bir olay örgüsünün olmayışı, anlatım biçimini kusursuzlaştırma çabası ve zamansal düzensizlikler öne çıkmaktadır. Anlamsız ve hiçbir nedeni yokken kaybolan insanlar ve yazarın dahi açıklayamadığı olayların gerçekleşmesi irrasyonel durumun en açık göstergesidir. Toptaş, romanda bütünlüklü bir öyküye yer vermezken anlatım tekniği ve dilsel özellikleri metnin merkezine koymaktadır.
İki anlatısal katman, anlatıcı-yazar ve kurmacanın mutfağı, dağılan iktidar;yazar, devlet, din, yokluk, bolluk ve kayıp, okurla oynanan oyunlar, tekinsizlik hissi, gerçeküstü öğeler, aynalar ve gölgeler yazarın romanda kullandığı postmodern öğelerdir.
Gölgesizler,insanın kendi içinde varlığını bulmak için kaybolması ve bunun bir oyunla anlatımıdır ve postmodern ögelerin hemen hemen hepsi başarıyla kullanılmıştır.
Oyuna örnek verirsek s.6;
“Hâlâ roman yazıyor musun sözgelimi, onu anlat.”
“Yazıyorum,” dedim kuru bir sesle. Hemen ardından, gözlerimi aynanın üstüne kaldırarak onu n yaptığı resme baktım. Karakalemle yapılmış iri bir güvercin resmiydi bu; sigara dumanından sararmıştı biraz, kenarları kıvrılmıştı.
Devlet-iktidara örnek verirsek s. 197;
... Ne de olsa devlet vardır karşısında. Bu yüzden sigara da tellendirememiştir tabii, çaresizlik içinde, o gülüşün yarasıyla kıvranıp kalmıştır.
Aynı isimle Ümit Ünal yönetmenliğinde filme uyarlanan Gölgesizler’de Taner Birsel, Selçuk Yöntem gibi yetenekli oyuncuların bulunduğu kadroya,  Candan Erteçin’de   müzikleri ve konuk oyunculuğu ile dahil olmuş.

12 Temmuz 2018 Perşembe

Meriç Demiray'la Röportaj



                                             



Son kitabı “Kırmızı Bir Ölüm” Hep Kitap etiketiyle yayınlanan Meriç Demiray’la edebiyat yolculuğu üzerine konuştuk.
-Rocky, Cohen ve Muhsin Bey’den Örneklerle Hayatım isimli hikâye kitabınızın ardından roman yazmaya nasıl karar verdiniz?
Öykü kitabını “Acaba başarabilir miyim?” diye yazmıştım. Uzun süredir biriken, 100 sene yaşasam hayata geçiremeyeceğim fikirleri bir anda hayata geçirme şansı buldum. Sonra “Acaba roman yazabilir miyim?” dedim. Bunun için en az bir sene uğraşabilecek kadar size heyecan verecek bir öykü gerekiyor tabii. O öyküyü bulduğumda harekete geçtim.
-Kırmızı Bir Ölüm’ün hazırlık aşamalarını ve sonrasındaki süreci öğrenebilir miyiz?
Senaryoda da edebiyatta da, hazırlık için ilk yapmak gerekenin okuma alışkanlığınızı ilgili yöne kaydırmak olduğunu düşünüyorum. Zaten öyküyü hayata geçirme heyecanı sizi bu yöne sürüklüyor. Yol edebiyatını, yol filmlerini, bisikletçi / seyyah bloglarını daha dikkatli takip etmeye başladım. Oyuncu arkadaşlarımın hayatlarına, kendi hayatıma daha bir eğildim. Yapı şekillenmeye başlayınca serin bir denize girer gibi yavaş yavaş, acele etmeden yazmaya başladım.
-Romanınızda, çocukluğundan beri bisiklete binmeyen Kahraman bir gece ansızın, bisikletle İstanbul’dan Ege kıyıları boyunca devam edecek bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk aslında bir anlamda baba-kardeş ilişkisine doğru yapılan yolculuktur. Kırmızı Bir Ölüm’den, Kahraman’dan ve kurgudan bahseder misiniz?
Kahraman inişli çıkışlı kariyeri olan bir oyuncudur. Bir gün bisiklete biner ve hem geçmişi hem geleceği şekillendiren karanlık bir yolculuğa çıkar. Çatıyı kurarken Orhan Pamuk’un Kırmızı Saçlı Kadın’da anlattığı, Doğu ve Batı, baba ve oğul ilişkisi benim için çok belirleyici oldu, haklısınız. Kardeşle de persona, “olmak istediğimiz kişiyle olduğumuz kişi arasındaki fark” konusuna girdim.
-Sizin de hayatınızda önemli bir yeri olan bisikleti romanınızda metafor olarak kullanmaya nasıl karar verdiniz?
Bisikletin hayatta ama özellikle de dramada, arabada ya da motosiklette olmayan anlamı ve imkânları var. Özgürlükle ilgili, kendi kendine yetmeyle ilgili, azla yaşamak, azla mutlu olmakla ilgili, bir yerden geçmek değil, durmak, bakmak, ilişki kurmak ve dolayısıyla değişmekle ilgili çok şey söylüyor. Bisiklet diye bir taşıt olmasa bu hikâye yazılamazdı.
                                                                   

-Şarkılar, şiirler, şairler, şarkıcılar, mekânlarla yaşayan bir roman Kırmızı Bir Ölüm. Bunu başarmanın püf noktaları neler?
Başarmaktan çok, tercih etmek bence doğru kelime. Benim hayatımda tüm bunlar yoğunlukla var ve öykülere doğallığıyla yansıyor. Bir gündoğumunda güneye doğru arabanızı sürüyorsanız, yağmur yağıyorsa, teypte “Blue Hotel” çalmalı. Yoksa o sahne eksiktir benim için. Hayatımda da öyle.
- Roman, öykü, senaryo yazmanın sizin açınızdan farklı, birbirinden daha zor veya kolay olduğu noktalar var mı, hangileri?
Roman tabii ki diğerlerine göre daha uzun zaman ve dikkat talep eden bir tür ama iyi ve doğru bir öykünüz varsa ve gerekli özeni gösterirseniz üçü de çok zevkli hatta büyülü. Senaryonun hayata geçirme kısımları sancılı olabiliyor, çünkü orada sizden farklı bakış açıları devreye giriyor ve uzlaşı duygusu yaratıcılığın önüne geçebiliyor ama orada da çok geniş kitlelere ulaşma imkânı, oyunculuk, müzik, kurgu gibi harika şeyler var.
-Yeni projeleriniz, çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Bugünlerde “Hayal Gücü” isimli projemi hayata geçirmeye çalışıyorum. Etkinliklerin, kursların, deneyim paylaşımlarının yapıldığı, aynı zamanda doğru, yapısı düzgün drama üretilen bir alan. Dizi, sinema filmi ve edebiyat üretimimle bu alanın birbirini besleyeceğini düşünüyorum.
-Size ilham veren yazarlar, kitaplar hangileri? Çok sevdiğiniz bunu ben yazsaydım dediğiniz eserler, karakterler var mı?
Antoni Casas Ros’un Enigma’sını, Allende’nin Ruhlar Evi’ni ya da Masumiyet Müzesi’ni yazsam fena olmazdı tabii. Karakter olarak da Tiffany’de Kahvaltı’daki kadın karakter, Günden Kalanlar’daki uşak, Zebercet ilk aklıma gelenler.
-Son olarak nelerden esinlenirsiniz?
Bunu bilmiyorum sanırım. Bir gün Moda’da taksiye binen yaşlı, aristokrat bir kadın gördüm ve onun şoförle ilişkisini düşünerek ilk kitabımdaki “Sami Bey” isimli öyküyü yazdım. Bir an, bir görüntü, bir duygu, aklın bir köşesinde demlenen, bekleyen fikirleri, hikâye parçacıklarını gizemli bir şekilde birleştirip su yüzüne çıkarabiliyor.



2 Temmuz 2018 Pazartesi

Boğaz’ın Serin Suları


                                                              



Çok zor uyuyordu geceleri. Ne yaparsa yapsın hiçbiri sıkıntısına deva olmuyordu. Çoğu zaman Kuruçeşme’deki yalının salonunda sabahlıyordu. Havanın güzel olduğu akşamlarda ise üstüne ince bir battaniye alıp bahçede bekliyordu güneşin doğmasını.
Zaman zaman yaşamında daha fazlasını yapabileceğini düşünüyordu. Bazen yaptıklarıyla gurur  duyuyor, bazen yaptıklarını Boğaz’ın derinliklerine atmak istiyordu. Hayalleri vardı. Paris sokaklarının en aranılan ressamı olmayı düşlemişti ama olmamıştı.
 O gece yine atölyesine giderken buldu kendini. İki metre boyundaki tuvalini kafasını rahatlatmak için boyamaya başladı. Her fırça vuruşunda tabloda beliren figür kendisine daha çok benziyordu. Ama  bu figür daha yaşlanmış ve kamburu ortaya çıkmıştı. Fransa’da kaldığı yıllarda bütün kızların baktığı adam bu hale mi gelmişti? Yüzünü batıya dönük çizmişti. Yüzü batıya dönük bir derviş olmuştu. Mekânı düşündü, mekânları düşündü.  Bu derviş  görevler üstlenmişti anlaşılan. Bulunduğu yerde ona göre olmalıydı. Bursa’daki Yeşil Cami’nin 2. katı geldi gözünün önüne. Ne yazıyordu kapının üzerinde? “Kalbin şifası sevgiliye yakın olmaktır.” Figür ve mekân belli olmuştu. Şimdi sıra ayrıntılardaydı. Yerlere kaplumbağalar çizdi. Gözlerini hayvanlara umutsuzca dikmişti, geleceği umutsuzca beklediği gibi.
Eline ney, sırtına nakkare aldı kaplumbağaları eğitmek için. Boynuna da tahta sopa astı gerektiğinde onları cezalandırmak için.  Ney ve nakkare ile kaplumbağaları eğitecekti ama onların kulakları yoktu.  Bu ağır kanlı hayvanların da öğrenmeye niyetleri yoktu zaten, bazıları ona sırtını dönüp uzaklara gitmeye başlamıştı bile.
Kendi hayatını özetlemişti gün doğmaya başlarken. Batılılaştırmaya çalıştığı muhafazakâr bir toplumda eğitici rolü ile zaten iğne ile kuyu kazıyordu.  Resminin karşısına geçti.’Kaplumbağa Terbiyecisi’ dedi. Nerede çalışırdı acaba kaplumbağa terbiyecisi olarak? Sirklerde mi, yoksa saray bahçesinde mi?
Osman Hamdi’de hayatı boyunca kimsenin bilmediği işler yapmıştı. Ressam olmuştu, sonra müze müdürü, arkeolog ve Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü. Onun kaplumbağa terbiyecisinden farkı yoktu aslında.
                                                                                                                        Ömür Bayramoğlu